Kilo Artisina Karsi Portakal



Uzmanlar, kilo artışına karşı portakal yenmesi tavsiyesinde bulundu.

Kış aylarında soğuk havalarla birlikte gelen hareket isteksizliğinin kilo artışını kaçınılmaz bir hale getireceğine dikkat çeken uzmanlar, kilo artışına karşı portakal yenmesi tavsiyesinde bulundu.

Kış mevsiminin yaklaştığı şu günlerde yorgunluk ve halsizliğin birçok kişide etkilerinin görüldüğünü belirten Diyetisyen Meltem Üney, bağışıklık sisteminin zayıflamaması, vücut direncinin düşmemesi için dengeli beslenmeyi unutmamak gerektiğine dikkat çekti.

Halsizliğin giderilmesi için yoğun kalorili besinlerin tercih edilmesini isteyen Üney, "Soğuklarla gelen hareket isteksizliği ile birleşince kilo artışını kaçınılmaz hale getirecektir. Bu nedenle 3 ana 3 ara öğün şeklinde beslenmek metabolik hızı yavaşlatmadan, kan şekeri seviyenizde kontrol altında tutup, halsizlik ve yorgunluğunuzu ortadan kaldıracaktır. Havaların soğumasıyla birlikte su tüketimindeki azalma yorgunluğu artıracak. Susamadan su içmeyi gerektirmektedir. C vitamini, direncimiz için iyi bir destektir. Bu nedenle mevsim meyveleri tüketmek önemlidir. Mevsimde çok bulunan portakal iyi bir C vitamini kaynağıdır" dedi.

Portakal suyunun yerine meyvesinin tüketilmesinin fazla kalori alınmamasına sebep olacağını kaydeden Meltem Üney, bunun yanı sıra posa tüketimiyle, sindirim sistemini desteklemediğini, kabızlığı engelleyeceğini ve vücuttaki atıkların daha kısa sürede uzaklaştırılması sağlayacağını ifade etti.

Üney, "Enerji ihtiyacı için şekerli besinler yerine tam tahıllı ürünler tercih edilirse içindeki B grubu vitaminlerin kas ve sinir sisteminize desteği olacaktır" dedi.

Diyetisyenle Verilen Kilolar 2 Kati Geliyor



Obezite ve Metabolizma Hastalıkları Uzmanı Dr. Ayça Kaya, şişmanlıkla mücadele etmek için medikal tetkik, doğru yeme davranışı ve aktiviteden oluşan üç boyutlu bir tedavi uygulamak gerektiğini söylüyor. Sadece diyetisyene giderek kalıcı bir zayıflık elde edilemeyeceğini belirten Kaya, sağlıklı kilo vermenin formüllerini açıkladı:

DOKTOR DESTEĞİ ŞART!
* Diyetisyenle verilen kilolar, doktor kontrolünde verilen kilolara göre daha mı kolay geri alınır?
Diyetisyenler toplum tarafından zayıflama doktoru olarak algılanıyor. Oysa, zayıflamanın ya da kilo kontrolünün ilk adresi doktorlardır. Diyetisyenler tıp doktorları ile birlikte ekip çalışması yaparak hastayı beslenme konusunda eğittiğinde, kalıcı sonuçlar alınabilir. Fazla kilolarından yakınan biri, bu şikayetinden kurtulmak için sadece diyetisyene gittiğinde, sorun sadece fazla yemek olarak algılanıyor. Kişiye, hayat boyu yapamayacağı düşük kalorili ve haftada bir değişen mucize rejim listeleri veriliyor. Sadece diyetisyene giderek zayıflamaya çalışan insanların kendilerine özel yemekler pişirdiklerini ya da gram ölçüleri ile hazırlanmış yiyecekleri tükettiklerini görürüz. Bu şekilde kısa vadede fazla kilolar hızla kaybedilse bile, hasta tekrar börek-çörek yemeye başladığında verdiği kiloları iki misliyle geri alır.

TEDAVİ ÜÇ BOYUTLU
* Bir kişinin ideal kilosuna sağlıklı bir biçimde inebilmesi ve hep o kiloda kalabilmesi için nasıl bir diyet uygulaması gerekir?
Fazla kilo sorunu olan birinin, bunun sadece çok yemekten kaynaklanmadığını bilmesi gerekir. Zayıflama ve ideal kiloda kalabilme işi, üç boyutludur. Bunun birinci boyutu; şişmanlığa neden olabilecek metabolik hastalıklar açısından, kişinin bir dahiliye uzmanı tarafından detaylı olarak muayene edilmesi ve kan testlerinin yapılmasıdır. Eşlik eden hastalıkların mevcudiyetine ve kilo fazlalığı derecesine göre; doktor kontrolünde gerekli tıbbi zayıflama tedavisine başlanmalıdır. Zayıflama tedavisinin ikinci boyutu ise; hastaya ömür boyu sürecek doğru yeme davranışının kazandırılmasıdır. Bu, her hafta değişen diyet listeleri ve çorba tarifleri ile olmaz. Hastayı besinler konusunda eğiterek, kendi kendine çıkış yolları bulmasını sağlamak gerekmektedir. Üçüncü boyutu ise aktivitedir. Ancak burada kişiyi aktiviteye yönlendirirken, onu, hayatı boyunca yapamayacağı çok ağır egzersizlere sevk etmek yerine, hareketi kişinin yaşam tarzı haline getirmek gerekir.

Grip Asinin Yan Etkileri Var mi?



Son zamanlarda çevremizde elinde kağıt mendil, burnu silinmekten kızarmış ve sürekli hapşıran pek çok kişiye rastlıyoruz.

Havaların soğuması ile birlikte grip mevsiminin gelmesinin en büyük işaretlerinden biri de bu. Gripten korunmanın en etkili yolu ise aşı olmak. Suadiye Memorial Tıp Merkezi Göğüs Hastalıkları Bölümü’nden Uz. Dr. İlkay Keskinel, “Grip ve grip aşısı” hakkında bilgi verdi.

Ortak kullanılan eşyalar gribin hızla bulaşmasına neden oluyor

Grip, çoğunlukla sonbahar ve kış aylarında görülür. Hastalığı taşıyan kişilerin öksürmesi ya da hapşırması ile havaya yayılan damlacıklarla ve doğrudan temasla bulaşır. Kapı kolları, bilgisayar klavyeleri, telefonlar gibi ortak kullanılabilecek eşyalar bulaşmaya neden olabilir. Belirtileri arasında ateş, boğaz ağrısı, burun akıntısı, hapşırık, öksürük, baş ağrısı, kaslarda ve eklemlerde ağrı ve halsizlik sayılabilir. Genellikle 1-2 hafta içinde iyileşme görülür. Ancak yaşlılarda, diyabetlilerde, altta yatan böbreğe, kalbe ya da solunum sistemine ait kronik hastalığı olan kişilerde daha ağır seyredebilir. Bunun yanında zatürre gibi hastalıklara da zemin hazırlayabilir.

Sık sık ellerinizi yıkayın

Grip, bir virüs hastalığı olduğundan antibiyotik tedavisine yanıt vermez. Hastalara bol sıvı almaları, yatak istirahati ve belirtilere yönelik ilaçlar önerilir. Virüse yönelik ilaçlar erken dönemde faydalıdır.
Gripten korunmada gripli kişilerle temastan kaçınılması, ellerin sık sık yıkanması (örn. tokalaşma sonrası), kapalı kalabalık ortamlardan kaçınılması ve grip aşısı önerilebilir. Grip virüsü sürekli tip değiştiren bir virüs olduğundan Dünya Sağlık Örgütü her yıl o sene sık görülen virüs tiplerini belirlemekte ve aşı buna göre hazırlanmaktadır. Aşı, 3 tip ölü virüs içermektedir. Uygulandıktan sonra etkisinin ortaya çıkması 10-15 gün kadar bir süre almaktadır. Bu nedenle sonbahar başlarında yapılması önerilmektedir. Tüm kış boyunca yapılmasının bir sakıncası yoktur, erken yapılmasının nedeni, bağışıklığın bir an önce başlamasının sağlanmasıdır. Bu arada, çoğunlukla koruyucu olsa da grip aşısı yapılması, kişinin o yıl asla grip olmayacağı anlamına gelmez. Aşının koruyuculuğu, yüzde 60-80 arasında değişmektedir. Ayrıca grip aşısı gribe benzer diğer hastalıklardan (nezle gibi) korumamaktadır.
6 ay-3 yaş arası çocuklara grip aşısı yarım doz, 3 yaş üstüne tam doz olarak uygulanır. İlk defa aşılanan 8 yaş altındaki çocuklara 1 ay ara ile 2 kez aşı yapılmalıdır.

Yaşlılar ve çocuklar mutlaka grip aşısı yaptırmalı

65 yaşın üzerindekiler, bazı akciğer hastalığı olanlar (astım, kronik bronşit gibi), kronik kalp ve damar hastaları, şeker hastaları, kan hastalığı olanlar, bağışıklığı baskılanmış kişiler (uzun süreli kortizon kullanımı, AIDS, kanser tedavisi görenler gibi) grip aşısı yaptırmalıdır. Ayrıca, bakım/huzur evlerinde kalanların, burada çalışan personelin ve sağlık çalışanlarının da grip aşısı yaptırması uygun olabilir.

6 aydan küçük bebeğinize grip aşısı yaptırmayın

Aşı, tavuk yumurtasında hazırlandığından yumurta alerjisi olanlara, aşının içeriğine alerjisi bulunanlara, Guillain-Barré Sendromu adı verilen nörolojik bir hastalığı olanlara ve 6 aydan küçük bebeklere uygulanmamalıdır. Grup aşısı yapılacağı zaman ateşli bir hastalık geçirmekte olanların da, rahatsızlıkları düzelene kadar aşıyı ertelemesi önerilmektedir.

Grip aşısının yan etkisi var mıdır?

Grip aşısı canlı olmayan virüs içerdiğinden aşıya bağlı olarak grip geçirmek mümkün değildir. Ancak, aşıya bağlı hafif yan etkiler görülebilir. Bu yan etkiler arasında,
§ Aşı yapılan bölgede ağrı, kızarıklık ya da şişme,
§ Kas ağrıları,
§ Kırgınlık hissi,
§ Hafif ateş sayılabilir.
Nadiren, özellikle yumurta alerjisi olanlarda, ciddi alerjik reaksiyon görülme riski vardır.

Seker Hastaligini Bitirecek Bulus


Diyabet hastalarına umut veren gelişme. Harvard Üniversitesi’nde görevli Prof. Göhan Hotamışlıgil ve ekibi yeni bir hormon keşfetti.

Hormonu vücutta çalıştıracak formül bulunursa diyabet, şişmanlık ve bağlı hastalıklar belki de tarihe karışacak

Harvard Üniversitesi’nden gelen haber tüm dünyadaki milyonlarca diyabet hastası için umut oldu. Uluslararası alanda başarılı çalışmalarıyla ünlenen Türk bilim adamı Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil ve ekibi, diyabet, karaciğer yağlanması ve metabolik hastalıkları durdurabilecek hatta tersine çevirebilecek yeni bir hormon keşfetti. Hormona ‘Likopin’ adı verildi.

Bu hormon, diyabetin, şeker metabolizması kadar yağ metabolizmasını da bozan bir hastalık olduğunun da belirlenmesini sağladı.

KARACİĞERE SİNYAL

Harvard Üniversitesi Genetik ve Kompleks Hastalıklar Bölümü Başkanı Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil ve araştırma ekibi, deney farelerinde insülin ile eşdeğer etkilere sahip ve yağ asiti karakterinde olan bu yeni hormon türüyle yağlar ile diyabet arasındaki gizemli ilişkiyi de ortaya çıkardı.

Dünyanın önde gelen bilim dergilerinden Cell’de yayımlanan makale ve beraberindeki yorumlara göre, Likopin’in keşfi diyabet ve şişmanlığın ve bunlara bağlı diğer hastalıkların çözümü için çok önemli bir aşama olarak görülüyor.

Prof. Dr. Hotamışlıgil, ilk başta söz konusu mekanizmanın arkasındaki maddenin bir protein ya da peptid hormonu olduğunu düşündüklerini ve uzun yıllardır bu maddeyi aradıklarını söyleyerek “Sonra bu maddenin yağ hücreleri tarafından kana salgılanan binlerce yağ asitinden biri olabileceğini fark ettik ve yağları taramaya başladık” diye konuştu.

Prof. Dr. Hotamışlıgil, “C16:1n7-palmitoleate” adı da verilen bu hormonun neler yapabildiğini “Likopin yağ dokusundan salındıktan sonra kasları ve karaciğeri etkiliyor. Kas dokusunda hücrenin insüline karşı hassasiyetini artırıyor, karaciğerde ise yağ toplanmasını engelliyor. Ayrıca metabolik hastalıklara sebep olan en önemli faktör inflamasyonu (iltihaplanma) da durduruyor” sözleriyle anlattı.


Gıdadaki yağ depolanmayacak

Prof. Dr. Hotamışlıgil ve araştırma ekibi deney hayvanları üzerinde yaptıkları araştırmalarda yeni hayvan modelinde gıdalardan alınan yağın depolanmadığını ve bunun yerine, yağ hücrelerinin kendi yağ moleküllerini geliştirdiğini gözlemledi. Yani vücutta üretilen bu yağ, palmitoleate yapımını tetikliyor ve bütün vücudun metabolizmasının sağlıklı bir şekilde çalışmasını sağlıyordu.

YAĞ HAKKINDA BİLDİĞİMİZ HER ŞEY DEĞİŞECEK

PROF. Dr. Gökhan Hotamışlıgil, yağ hakkında bugüne kadar söylenenlerin aksine çarpıcı açıklamalarda bulundu. Hotamışlıgil, yaygın kanının aksine vücutta üretilen yağın zararlı olduğu düşüncesinin yanlış olduğunu söyledi.

Prof. Dr. Hotamışlıgil şu bilgileri verdi:

VÜCUDUN YAĞI EN İYİSİ

“Evde yapılan yemek gibi, vücudun ürettiği yağın en iyisi olduğunu görüyoruz. Bu gözlemle, kanda her seviyesi yükselen yağın zararlı olduğu görüşünü kitaplardan çıkarmamız gerekecek.” Hotamışlıgil, şöyle devam etti: “Hücrelerin kendi ‘iyi’ yağını üretmesi için kimyasal yollarla teşvik edilebileceğine inanıyoruz ve mümkün olduğunu bu çalışmada gösterebildik. Bu yöntemler insana uygulanabilirse öngörülmemiş tedavi yaklaşımları geliştirilebilir. İnsanlarda bu hormonun düzeyleri ile metabolik hastalıklar arasındaki ilişkiyi inceliyor, maddenin etkilerini ölçmeye hazırlanıyoruz.”

İftardan Sonra Sakin Icmeyin !



Oruç tutuanlar aman dikkat ! İftardan sonra bunları sakın yapmayın...

Oruç hem ruha hem bedene manevi güzellikler katar. Ancak orucun bu hikmetinden faydalanmak için yediklerimize dikkat etmemiz gerekir. Bunun için çok yemek yemekten, sağlıksız ürünler tüketmekten, hareketsizlikten kaçının

Yeni Şafak'ın haberine göre Ramazan ayının sağlığımız açısından çok değerli bir ay olduğunu ancak bizlerin yanlış beslenmesi sonucu orucun güzel etkilerinden tam anlamıyla faydalanamadığımıza dikkat çeken Dr. Ender Saraç, Ramazan dolayısıyla yapılan beslenme hatalarını ve nelere dikkat edilmesi gerektiği hususunda şu önerilerde bulundu.

MİDENİZE BİR ANDA YÜKLENMEYİN:

İftar ve sahur yemeklerinde sindirimi kolay hafif ama vücut metabolizması için yararlı besinler tercih edilmeli, ana menümüzde ağır yağlı yemekler, kızartmalar ve kalorisi yüksek yiyeceklerden uzak kalınmalıdır. Az yağlı hafif sebze yemekleri, ızgara etler veya fırında pişirilmiş yemekler ile yoğurt tercih edilmelidir.

SUSUZ KALMAYIN:

Oruç tutarken uzun süre susuz kalındığından ilk işimiz susuzluğun giderilmesi olmalıdır. İftar ve sahurlarda bol sulu gıdalar tüketilmelidir. Özellikle salatalık, elma, kavun, domates gibi sebze ve meyveler susuzluğu daha az hissetmemizi sağlarlar. İftardan sahura kadar olan saat diliminde en az 7-8 bardak su tüketilmeye çalışılmalıdır.

SAHURDA ŞARKÜTERİ TÜKETMEYİN

Kahvaltılıklar ve meyve sahur için en uygun yiyeceklerdir. Sahurlarda ana yemekler tüketilmemelidir. Tuzlu gıdalardan ve şarküteri ürünlerinden mümkün olduğunca kaçınılmalıdır. Yağ ve tuz sindirimi zorlaştırdığı gibi mideye rahatsızlık hissi verir ve susuzluğu arttırır.

İFTARDAN SONRA HEMEN ÇAY İÇME

Dr. Ender Saraç, iftar yemeğinin ardından dikkat edilmesi gerekenleri şöyle sıraladı:

SİGARA YAKMAYIN: Yemeklerden hemen sonra içilen bir sigaranın normal zamanda içilen sigaradan daha zararlı olduğu yapılan araştırmalarla kanıtlanmıştır.

HEMEN ÇAY İÇMEYİN: Çay yapraklarındaki asitli madde proteinin hazmını zorlaştırır.

TOK KARINLA BANYO YAPMAYIN: Normal zamanlarda da yemeklerden hemen sonra banyo yapmamak gerekir. Banyo yaptığımızda vücuttaki kan dolaşımı hızlanır. Mide çevresindeki kan miktarı azalacağından midemizin sindirim sistemi zayıflar. Çeşitli rahatsızlıklar ortaya çıkar.

Kanseri ve Menapozu Yenin !



Kanserden menapoza kadar bir çok rahatsızlığa birebir gıdalar..

Son yıllarda bir ANTİOKSİDAN kelimesi hayatımıza girdi. Sağlıklı uzun bir ömrün bilinen olmazsa olmazı haline geldi. Peki nedir bu antioksidan, gerçekten yaşamak istediğimiz sağlıklı ve kaliteli bir hayatın yapı taşları mı ?

ANTİ-OKSİDAN kelimesini açmadan önce onun zıt anlamını belirtmekte yarar görüyorum. Anti oksidan kelimesinin karşıtı olan oksidan ile antioksidanların karşıtı olan oksidanlar nelerdir. Okside olmuş maddeleri paslanmış olarak tanımlarız. Bunun kimyasal nedeni ise oldukça basittir.

Oksijenle temas eden her madde okside olur. Örneğin demirin paslanması ya da balıkları sudan çıktıktan sonra ölmesi, oksijenin zararlı etkileridir. Soluduğumuz havadaki oksijen, vücut içinde serbest radikaller adı verilen ve toksik (zehirli) bazı maddelerin oluşmasına neden olur. Bunun dışında vücudumuzda da sürekli olarak oksidan maddeler oluşur.

Bu maddelerin kaynağı çoğunlukla besinlerden enerji üretimi ve tüketimi sırasında meydana gelen kimyasal olaylardır. Çevre kirliliği, stres yorgunluk, depresyon, ultraviyole ışınlar,sigara vs. gibi pek çok olumsuz etmen insan vücudunda oluşan oksidanların dışında oksidan oluşumuna zemin hazırlar. Bu etmenlerin oluşturduğu ve bizim serbest radikaller olarak tanımladığımız zararlı maddeler zaman içinde hücrelerimizi ve organlarımızın paslanmasına neden olur. İnsan vücudu oksidanlara karşı kendi ürettiği vitaminler ve salgıladığı enzimlerle yani doğal antioksidanlarla başa çıkamaya ve bunları zararsız hale getirmeye çalışır. Ancak bazen yetersiz kalabilir.

KALP HASTALIKLARINDA KANSERE KADAR ETKİLİ

Yüksek tansiyon, yüksek kolesterol seviyelerinin düşürülmesinde

Kalp krizi ve felce karşı korunmada

Her çeşit kanser riskinin önlenmesinde

Yaşlanma sürecinin ve ciltte kırışıklığın geciktirilmesinde

Romatizmal hastalıklarda

Kanser hücrelerinin büyümelerinin durdurulması ve geriletilmesinde

Sigaranın vücuda verdiği zararların azaltılması

Kilo problemlerinin kontrol altına alınması allerjik hastalıkların önlenmesinde, antioksidanlar destekleyici olarak kullanılır.

BESLENME YOLUYLA ALIN

Antioksidanlar; serbest radikalleri yok eden kimyasal maddelerdir. Bunu vücudumuz gerektiğinde kendisi üretir. Yani antioksidanlar, vücut hücreleri tarafından üretildiği gibi, gıdalarla da alınan bir grup kimyasal madde.

Antioksidanların vücutta gerekli seviyelerde bulunabilmesi için, yüksek oranda antioksidan içeren çay, meyve ve sebze gibi besinler alınmasına dikkat edilmelidir. Bugün dışarıdan temin edilecek pek çok antioksidan bulmak mümkün ancak antioksidanların doğal yol olan beslenme yoluyla alınması daha etkilidir.

Asetilsistein

Alfa Lipoik Asid

Beta Karoten

Katalaz

CLA (konjuge linoleik asit)

Koenzim Q10

Ginkgo Biloba

Üzüm Çekirdeği (Grape Seed)

Yeşil Çay

Glutamin

Lutein

Likopen

Melatonin

Metiyonin

Selenyum

Superoksit Dismütaz

B6 ve B12 Vitaminleri

C Vitamini

Folik asit

E Vitamini

Magnezyum

Çinko

Glutatyon'dur. Dışarıda temin edilebilecek pek çok antioksidan ürün bulunmaktadır.

Ancak çalışmaların da gösterdiği gibi antioksidanların doğal yolla yani beslenme yoluyla alınması en etkili yoldur. Çünkü hücrelerimiz ve sindirim sistemi doğal yolla alınan antioksidanları daha doğru ve etkili kullanabilmektedir. Bunun dışında:

YİNE SAĞLIKLI BESLENME

Hücrelerimiz ve sindirim sistemi doğal yolla alınan antioksidanları daha doğru ve etkili kullanabilmektedir. Vücudunuzun ihtiyacı olan antioksidanı alabilmesi için, sebze-meyve ağırlıklı beslenmek büyük önem taşımaktadır. Beslenme yoluyla daha zengin antioksidanlar alınmaktadır.

SERBEST RADiKALLERiN ZARARLARI

Yapılan çalışmalar serbest radikallerin vereceği zararların çeşitli hastalıklara neden olabileceğini göstermiştir. Kalp damar hastalıkları, şeker hastalığı (diyabet), kanser, karaciğer hastalıkları, romatizmal hastalıklar, sinir sistemi hastalıkları, sindirim sistemi hastalıkları, cilt hastalıkları, kırışıklıklar ve cinsel işlev bozukluğu bu hastalıklardan bazılarıdır.

MENOPOZDA ÇOK ÖNEMLİ

Menopoz dönemine adım atan kadınların antioksidan zengini besinlere de ağırlık vermeleri önerilir. Koyu renkli sebze ve meyveler bu ihtiyacı önemli bir ölçüde karşılayacaktır. Yine günde 1-2 bardak yeşil çay tüketmeleri bu konuda fayda sağlayacaktır...

Gebelikte Tansiyona Dikkat !



Hamilelikte en çok ölüm gizli katil hipertansiyondan kaynaklanıyor....

DİYARBAKIR’da, Özel Çamlıca Kadın Hastalıkları ve Doğum Hastanesi’nde görevi Op.Dr. Emel Doğan Özdaş, Türkiye’de gebelik sırasında anne ölümlerinin yüzde 50’sinin hipertansiyon ve buna bağlı etkenlerden kaynaklandığını söyledi. Dünyada hızla yaygınlaşan hipertansiyonu ’sessiz katil’ olarak adlandıran Özdaş, "Hipertansiyon genellikli ilk hamilikte görülür, gebeliğin 20’inci haftasından sonra ortaya çıkar. Özellikle hamilelerin sık sık tansiyonlarını ölçtürmeleri gerekir" dedi.

Op.Dr. Emel Doğan Özdaş, dünyada hızla yayılan hipertansiyonun hamile kadınlar için büyük tehlike yarattığını söyledi. Hipertansiyonu ’sessiz katil’ olarak adlandıran Özdaş, Türkiye’de yaşamını yitiren hamile kadınların yüzde 50’sinin hipertansiyondan kaynaklandığını söyledi. Hipertansiyonun en önemli belirtisinin enseden başlayan baş ağrısı, halsizlik, yorgunluk, çarpıntı ve gece sık idrara çıkma olduğunu belirten Emel Doğan Özdaş, "Yüksek tansiyon çoğu zaman belirti vermez, tamamen tesadüfi fark edilir. Hipertansiyon yaptığı semptomlar itibarı ile genelde hastanın hafife aldığı bir durumdur. Hasta bunları başka hastalığa yorar. Halbuki bir tansiyon ölçüldüğünde durumu görebilir. Hatta hiçbir şikayeti olmayan insanların bile yılda bir defa tansiyonlarını ölçtürmelerinde fayda vardır" dedi.

Hipertansiyonun hedef organının kalp olduğunu söyleyen Özdaş, "Hastalık kalbi yüzde 55 oranında etkiler. Zamanla kalp yetmezliği ve kalpte büyümeden olur" dedi. Hastalığın hamile kadınlarda hamileliğinin 20’inci haftasından sonra ortaya çıktığını ifade eden Özdaş, "Hastalığın asıl kaynağı gebeliğin kendisidir, İlk hamilelikte ve 20 yaş altı ve 30 yaş üzeri halime kadınlarda sık görülür. Annelerde ölüme, erken doğuma, bebeklerde kalp yetmezliği, böbrek yetmezliği, akciğer yetmezliği gibi hastalıklar meydana gelmektedir. Hamililikte hipertansiyondan korunmak için düzenli süt ve süt ürünleri, C ve E vitaminleri çok önemlidir. Bunlar hafif tansiyonun şiddetli hale gelmesini önler. Halime kadınların, sık sık tansiyonlarını ölçtürmesi, kan, idrar testleri yaptırması ve kilo takibi yaptırması gerekir" dedi.

Sagliginizi Tatil Icin Riske Atmayin !



Bayram tatili için seyehat planyapanlar, sağlığınız için bu önerilere mutlaka göz atın.

Yeditepe Üniversitesi Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Meral Sönmezoğlu, seyahate gidilecek birçok ülkenin sağlık açısından risk taşıdığını belirterek, bu nedenle yolculuğa çıkılmadan önce bir seyahat sağlığı uzmanından yardım alınması gerektiğini bildirdi.

Doç. Dr. Sönmezoğlu, yaptığı yazılı açıklamada, seyahat öncesi sağlık taraması kapsamında temel bir konsültasyon yapıldığını, varsa sağlık risklerinin saptandığını, aşılar ve koruyucu ilaçların planlamasının yapıldığını belirtti.

Dünya Sağlık Örgütünün yayımladığı, “Travel Medicine” adlı kitapta, seyahate gidilecek ülkenin şehir şehir risklerinin yer aldığını kaydeden Sönmezoğlu, şu bilgileri verdi:

“Yurt dışına çıkışta iki önemli aşı var. Biri sarı humma, diğeri malarya. Risk haritasında yer alan ülkelere seyahat edenler için bu aşılar zorunlu. Sarı humma için risk alanlarına bakılıyor. Bu alanlara gidecek olan kişiler gitmeden 10 gün önce (9 aylıktan küçük bebekler hariç) aşı olmak zorunda. Bu kişilere 10 yıl geçerli olan bir sertifika veriliyor. Kişi 10 yıl boyunca gittiği sarı humma riski olan bütün seyahatlerde bu sertifikayı gösteriyor. Yoksa ülkeye alınmıyor. Bu aşılar hamilelere yapılmıyor ama acil gitmesi gerekiyorsa (gitmek zorundayım ve bu konudaki riskleri kabul ediyorum) diye bir izin belgesi imzalaması gerekiyor.”

Fildişi Sahili'nin, sarı hummanın en yüksek görüldüğü ülkelerden biri olduğunu ifade eden Sönmezoğlu, o tip ülkelere gidecek kişilere sarı humma, Hepatit B ve A aşılarının da yaptırıldığını, sıtma riski olduğu için seyahatten 3 gün önce sıtma ilacına başladıklarını ifade etti.

Bazı ülkelerde hijyenin son derece düşük, bulaşıcı hastalık ve ishallerin ise yüksek olduğunu vurgulayan Sönmezoğlu, bu tür ülkelere gideceklere açıkta yemek yememelerini, açık su içmemelerini, bilinen restoranlardan kapalı ambalajlarda yemek almalarını önerdi.

Sekerin de Tadi Kacti!



Sakarin ve aspartamın ithalatı “kontrolsüz” bir şekilde artıyor..

Şeker hastalarının kullandığı sakarin ve aspartamın ithalatı, sekiz yılda 13 kattan fazla arttı. Sakarin ve aspartamın yüzde 95'i gıda sektöründe kullanılıyor. Ucuz olduğundan baklava, reçel, bisküvi, kola, çikolata sektöründe kontrolsüzce yaygınlaşıyor.

Aksiyon Dergisi'nin son sayısında yer alan habere göre şekerin yerini almaya aday yapay ya da kimyasal tatlandırıcılar, gündelik hayatta kontrolsüzce yaygınlaşıyor. Şeker hastaları ve yüksek kiloluların tedavi amaçlı kullandığı aspartam ve sakarin gibi tatlandırıcılar, artık gıda sektörünün vazgeçemediği ürünler arasına girdi. Özellikle ramazan ayında tatlı, şekerleme ve çikolata tüketiminin artmasına paralel olarak kimyasal tatlandırıcıların tüketimi de artıyor. Şekerden yüzlerce kat daha tatlı olan alternatif tatlandırıcıların 20 kuruşluk miktarı, 2 YTL civarındaki bir kilogram şekerin işlevini görüyor. Amerika'da bir dönem yasaklanan, kansere neden olduğu iddia edilen, diyetisyen ve doktorlar tarafından kullanılmaması tavsiye edilen yapay tatlandırıcılar, İstanbul Eminönü'ndeki tezgâhlarda bile açıktan satılıyor. Son sekiz yılda kimyasal tatlandırıcıların ithalatı 13 kattan fazla arttı. Her yıl bu artış katlanarak devam ediyor.

Elbette bu artışın altında sağlık alanındaki ihtiyaçlar yatmıyor. Yapay tatlandırıcıların ithalatındaki artışın temel nedeni, gıda sektöründe şeker yerine kullanılması. Mesela, kimyasal tatlandırıcılardan aspartam ve sakarin, market raflarındaki diyet kola, düşük kalorili yoğurt ve şekersiz sakızın yanı sıra açıktan satılan baklava, reçel, helva ve süt tatlıları gibi birçok üründe rahatlıkla şeker yerine geçiyor. Vatandaş ise aldığı birçok ürünün içinde kimyasal tatlandırıcı kullanıldığını bilmiyor.

Bir bavul aspartamın bir kamyon şekere denk geldiği düşünüldüğünde, gıda sektörünün bu ürünlere meyletmesinin gerçek nedeni ortaya çıkıyor. Hatta bavulların içinde kaçak aspartam getirildiği öne sürülüyor. Piyasaya sürülen 5 YTL'lik baklavalar, 2 YTL'lik çikolatalar gibi ucuz mamullerde kullanılan kimyasal tatlandırıcıların sağlık riskleri ve şeker pazarına verdiği zarar ise âdeta görmezden geliniyor. Amacı dışında kullanımı her geçen gün daha fazla artan tatlandırıcıları yakından izleyen uzmanlar ise uyarıyor: "Sağlıklı yaşamak isteyenler her türlü tatlandırıcıdan uzak durmalı. Kimyasal tatlandırıcıların hepsi vücuda yabancı ve zararlıdır."

BAKLAVALARDA KAÇAK ASPARTAM!

Çin, Singapur, Tayvan, Hollanda, Amerika, Almanya gibi ülkelerden gelen bu yapay tatlandırıcılar, şekerden çok daha yüksek tat veriyor. Ürkütücü olanı ise İstanbul Eminönü gibi açıktan ürün satılan yerlerde bu tür kimyasallar çokça ve rahatça bulunabiliyor. "Sektörde bu tatlandırıcıların kullanımı artıyor." diyen Güllüoğlu Baklavaları gıda mühendislerinden Emine Akyıldız'a göre aspartam 25 kilogramlık paketler hâlinde satılıyor: "Küçük pastanelerde diyet kek, diyet ürün bulunuyor. Pastada deneyebiliyorlar. Tadı tutturması çok zor değil. Bunların hiçbiri sağlıklı değil."

Hem evde tatlı yapımında hem de büyük firmaların diyet/diyabetik ürünlerinde mutfağa giren yapay tatlandırıcılar, acaba piyasada farklı alanlarda gizlice kullanılıyor mu? Ürünlerin içindeki yapay tatlandırıcılardan vatandaşın haberi var mı? Sektörde hızla yaygınlaşan yapay tatlandırıcılardan birçok üretici yakınıyor. Foga Pastanesi sahibi Yalçın Albardak, adını vermediği Ankara'da büyük bir baklava toptancısının, pancar şekeri yerine ürünlerinde aspartamı gizlice kullandığını ifade ediyor. Hem de bu ürünler diyet ya da diyabetik diye değil, bildiğimiz şekerden yapılan tatlı olarak satılıyor. Mesela, bir tepsi baklavada 2 buçuk kilogram şeker kullanılıyor. Bu miktar 5 YTL'ye denk gelirken, sadece 50 kuruşluk aspartam ile aynı tat karşılanıyor. Zaten Ankara Ulus pazarına gidince vitrinlerde yerini alan baklavaların 5 YTL'den satılması aslında durumu açıklıyor. "Nasıl bu kadar ucuza mal ediyorsunuz?", "Yapımında ne kullanıyorsunuz?" sorularına yanıt, "Bilmiyoruz, bize hazır geliyor." oluyor. Birçok firma, baklavayı toptancıdan hazır alıyor; toptancı ise fiyatı düşürmek için ucuz malzemeye yöneliyor. Pancardan üretilen şekerin yerine kimyasal tatlandırıcılar tercih ediliyor.

Yalçın Albardak, kimi müşterilerin "Neden baklavayı 15 YTL'den satıyorsunuz?" sorusuna muhatap kaldıklarını anlatıyor: "Bunu müşteriye anlatamıyoruz. O fiyatlar beni kurtarmıyor. Ben iki üç çuval şeker kullanıyorsam, onlar bir kilo yapay tatlandırıcı ile işini hallediyor. Ama o tatlıların içinde ne kullanıldığını vatandaş bilmiyor, sormuyor." Albardak'a göre piyasada yaygınlaşan yapay ya da kimyasal tatlandırıcıların kullanımı önümüzdeki yıllarda patlayacak: "Bunu orta dereceli esnaf kullanmaz. Ya çok büyük iş yapanlar kullanıyor ya da çok küçükler. En büyüklerinden bile şüphelenmek lazım. Bunlar da merdiven altında iş yapıyor. Gözlerini para hırsı bürümüş." Tüketiciler Birliği'nden bir dernek yöneticisi ise yapay tatlandırıcıların bisküvi ve gofret sektöründe, amacı dışında çok yaygın kullanıldığını ifade ediyor.

ASPARTAM SATIŞLARINI DURDURDU!

Piyasaya uzun süre yapay tatlandırıcı satan Kalealtı Sanayi ve Ticaret Limitet Şirketi firmasından bir yetkili, amacı dışında kullanım yüzünden üç yıldır yapay tatlandırıcı satışını durdurduklarını anlatıyor: "Bizim kayıtlarımızı inceleyin. Amaç dışı kullanıldığı için üç yıldır bu tatlandırıcıların satışını yapmıyoruz. Diyet ürünlerde kullanılması gereken bir madde; ama diyet ürün dışında neredeyse her alanda kullanılıyor." Ürünü yurtdışından getiren ithalatçıların bile bir-iki torba hâlinde perakende satış yaptığını anlatıyor. Volkan Pastanesi'nin sahibi Erdal Usta ise baklava sektöründe ucuz ve kimyasal malzemenin yaygın biçimde kullanıldığını ifade ediyor.

Kimyasal tatlandırıcı kullanılsa bile günde 30 tabletin aşılmaması gerekiyor. Tüketiciler Derneği Gıda Komisyonu Başkanı ve Beslenme Uzmanı Ayşe Cengiz, şeker hastası ya da obezite hastalarına kesinlikle yapay tatlandırıcı kullanmamaları uyarısında bulunuyor. Gıda sektöründeki ürünlerde yapay tatlandırıcıların kullanım oranı net olarak yazmadığı için Ayşe Cengiz "Bir kekte ne kadar kullanılıyor, bunun su yüzüne çıkması gerekir." diyor. Bunun için tüketicilerin etiket okuma alışkanlığına sahip olması tavsiyesinde bulunuyor. Tabii belediyeler ve Tarım Bakanlığı denetçilerinin de bu gözle gıda kontrolü yapması gerekiyor. Aksi hâlde, ürünlerin üzerinde miktarlar yazmıyorsa üreticiden bunun talep edilmesi, gıda derneklerinin haberdar edilmesi, gerekirse kanuni yollara başvurulması denenebilir.

Beslenme Uzmanı Cengiz, gün içinde 30 tabletin üzerindeki rakamı ciddi buluyor. Bu yüzden ambalajlı gıdaların yanında açıktan satılan baklava, dondurma, helva, süt tatlıları gibi ürünlerde de yapay tatlandırıcı kullanılıyorsa tüketici bu ürünlere çok dikkatli yaklaşmalı, özellikle ucuz ürünlerden emin olunmalı. Ayşe Cengiz, piyasada bu tip ürünlerin tüketim sıklığının düşürülmesini istiyor. İşin tüketiciye düştüğüne dikkat çeken beslenme uzmanı, sektörün ciddi denetlenmediğini düşünüyor: "Bu yasada var, ama bu yasalar ne kadar işlerlik kazanıyor? Ürünün üzerine yansıyor mu? Ciddi kuşkularım ve endişelerim var. Rahat olmak istiyorum. Tüketiciye önerirken ben bilmiyorum ki (ürünlerde yapay tatlandırıcı kullanılıyor mu, oranı nedir) sade vatandaş nasıl bilecek?"

ASPARTAM 'İÇİNDEKİLERDE' YOK!

Türk Gıda Kodeksi, hangi üründe ne kadar yapay tatlandırıcı kullanılacağını belirlemiş durumda. Örneğin 1 kilo baklavada en çok 1 gram kullanılabilir. Ancak market raflarında satılan birçok ürünün 'içindekiler' kısmında yapay tatlandırıcı kullanıldığı ifade edilse de ne kadar kullanıldığı (kaç miligram) yazmıyor. Bilinen markaların diyet ürünlerinin neredeyse hiçbirinde kullanılan tatlandırıcı oranı yazmıyor. Yasada yer almasına rağmen bu uygulamanın ürünler üzerinde yazmaması yasal yaptırımlar gerektiriyor. Ancak cezaların yetersiz kaldığı belirtiliyor. Tarım Bakanlığı, 2006 yılı içinde 350 bin denetleme yaptı. Sadece 3 bin 200 işyerine kapatma ve para cezası kesildi, yapay tatlandırıcılara ilişkin ceza sayısı ise çok daha düşük kaldı.

Yapay tatlandırıcılar Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'na bağlı Türkiye Şeker Kurumu'nun onayını aldıktan sonra ithal edilebiliyor. 2000 yılında 162 ton olan yüksek yoğunluklu tatlandırıcıların ithalat rakamları 2007 sonunda 2 bin 400 tonu aştı. Yani sekiz yılda yapay ya da kimyasal tatlandırıcıların ithalatı 13 kat arttı. Bu rakamların önümüzdeki yıllarda da artması bekleniyor. Türkiye Şeker Kurumu'ndan Aksiyon'a yapılan açıklamada, yüksek yoğunluklu (yapay/kimyasal) tatlandırıcıların şekere ucuz bir alternatif olduğu belirtiliyor: "Yüksek yoğunluklu tatlandırıcı ithalat miktarlarının yıllar itibarı ile nüfus artışı veya sağlık gibi nedenlerle açıklanamayacak miktarda artış göstermesi, söz konusu ürünlerin fiyatının cazibesi nedeniyle yaygınlaştığını göstermektedir. 2008 yılının ilk yedi ayında ithal edilen miktarın 2 bin 190 tona ulaştığı dikkate alındığında ithalatı yapılan yüksek yoğunluklu tatlandırıcı miktarlarının diyet ve diyabetik amaçların çok üzerinde olduğunu göstermektedir."

Bu ürünlerin amacı dışında kullanıldığını resmî rakamlardan tespit eden Şeker Kurumu'nun 2003 yılında yaptığı bir çalışmaya göre ithal edilen yüksek yoğunluklu tatlandırıcıların yüzde 4,8'i ilaç sanayiinde kullanıldı. Bu da gösteriyor ki bu ürünlerin yaklaşık yüzde 95'i gıda sektöründe kullanılıyor.

ASPARTAM TRÖSTÜ VAR!

Her ne kadar kansere neden olduğuna dair kesin bulgulara ulaşılamamış olsa da 6 binden fazla üründe kullanılan yüksek yoğunluklu tatlandırıcılarla ilgili bilimsel araştırmalar sürüyor. Bu konuda dünyada en çok ses getiren araştırmaları İtalya'daki Ramazzini Vakfı yürütüyor. Vakıf, 2005 yılındaki deneylerde aspartamın farelerde kansere yol açtığını tespit etti. Bin 500 sıçanın yemeklerine Dünya Sağlık Örgütü tarafından öngörülen tüketim miktarı olan kilogram başına 40 miligramın yarısı, yani 20 miligram yapay tatlandırıcı eklendi. Bir süre sonra farelerin kansere yakalanma oranlarında ciddi artış olduğu tespit edildi.

Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi Başkanı Kemal Özer ise şekerin yerini alan kimyasal tatlandırıcılar hakkında araştırma ve haber çıkmamasının altında uluslararası bir tröstün yattığını söylüyor. Özer'in iddiasına göre bir dönem yapay tatlandırıcı şirketlerinde görev alan eski ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld de kritik rol oynuyor. Kamuoyu üzerinde baskı oluşturuluyor, negatif propaganda yapanlara izin verilmiyor, aspartamın kansere yol açmadığına dair bilimsel araştırmalar yayımlatıyorlar. Kemal Özer, Türkiye'de diyetisyen kılıklı kişilerin un, şeker, tuz denilen "üç beyazdan uzak durun" çağrısına karşı çıkıyor: "Bu üçünden uzaklaşırsanız yaşam biter. Her şeyi dozunda almak doğrudur. Aşırı kullanmayın demeleri gerekirken, çok tehlikeli şekilde 'uzaklaşın' diyorlar."

Doktor Emin Mindan da sağlıklı yaşamak isteyen insanları her türlü yapay tatlandırıcıdan, hatta tatlandırılmış gıdalardan uzak durmaya çağırıyor. Gıda katkı maddelerinin ve yapay tatlandırıcıların kullanılmasının hastalıklara yol açtığını anlatıyor: "Kimyasal tatlandırıcıların hepsi vücuda yabancıdır ve zararlıdır. Tatlandırıcıları diyetten çıkarmak sağlıklı yaşam için yeterli olmaz. Beslenme alışkanlıklarımızın değişmesi gerekir." Buna göre sebze, az şekerli meyve, kuru yemiş, ev yoğurdu, peynir, et, tavuk, balık, zeytinyağı, tereyağı, köy yumurtası yenmeli; içecek olarak da şekersiz çay, bitki çayları ve su tercih edilmeli.

Yapay ya da kimyasal tatlandırıcılar şişmanlıkta ve şeker hastalıklarında kurtarıcı olarak görüldü. Hayvan deneylerinden geçerek insan kullanımına sunulan yapay tatlandırıcıların insan vücuduna ve genlerine yabancı olduğunu söyleyen Dr. Mindan, "Alıştığımız gıdaları bile tanıyamaz hâle getirirler. Örneğin bir bardak siyah veya yeşil çay önemli antioksidanlar içerdiği hâlde, tatlandırıcı ile vücuda zararlı hâle gelebilir. Çeşitli kolalı içeceklerde, gazozlarda, sakız ve bisküvi gibi yiyeceklerde kullanılan aspartam yüzde 10 oranında metanol (metil alkol - kimyasal alkol) içerir. Metanol de bağırsaklarda formaldehit'e (kanserojen bir madde) dönüşür." diyor.

PANCAR ÜRETİCİSİNİ VURDU

Gıda Güvenliği Derneği Başkanı Samim Saner ise her maddenin fazla kullanılması durumunda zehirli olacağını iddia ediyor. Buna şeker, su ve tuzu da dâhil ediyor: "Günde 150 tane tatlandırıcı kullanıyorsanız, bu doz aşımıdır. Günde bir buçuk kilo şeker yiyorsanız bu da doz aşımıdır. Yüz gram tuz yerseniz öldürür. Çok yüksek miktarda su içerseniz (10/12 litre) ölebilirsiniz."

Aspartam cinsi tatlandırıcıların Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi tarafından güvenilir olmadığına dair bir raporunun bulunmadığını ileri süren Saner'e göre ilk defa 1965'te ABD'de üretilen yapay tatlandırıcılarla ilgili bu ülkede uzun yıllar süren araştırmalar sonucunda piyasaya çıkma izni aldı ve ABD, AB, Türkiye de dâhil olmak üzere dünyada 100'e yakın ülkede kullanım izni bulunuyor.

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Koruma ve Kontrol Genel Müdür Yardımcısı ve Gıda Biriminden Sorumlu Prof. Nevzat Artık, yapay tatlandırıcıların sağlık açısından çok sorun teşkil etmediğini düşünüyor. Üreticilerin kendilerinden izin almadan üretim yapamadığını, denetlemelerin çok sık yapıldığını savunuyor. Yapay tatlandırıcıların kullanım oranlarıyla ilgili her türlü detayın Türk Gıda Kodeksi'nde yazdığını ifade ediyor. Tarım Bakanlığı bünyesinde gıda maddelerinin standartlara uygun olup olmadığını test etmek üzere 40 laboratuvarı bulunuyor. Merdiven altı firmalarda yapay ya da kimyasal tatlandırıcıların İstanbul gibi büyük şehirlerde kaçak yollardan üretilebildiğini, bunun da iskân kanunundan kaynaklandığını anlatıyor: "Biz kapatıyoruz, gidip başka yerde açıyorlar."

Türkiye'de pancardan üretilen şeker miktarı yıldan yıla düşüyor. Bunun altında iki neden yatıyor. Birincisi kaçak gelen şeker, ikincisi ise yapay tatlandırıcılar. Türkiye'nin üç milyon tona yakın şeker ihtiyacının bir milyon 700 bini yurtiçinde üretiliyor. Aradaki bir milyon tonluk kaybın 600-700 bin tonunu kaçak şeker-nişasta bazlı şeker; kalan 300 bin tonluk kısmı ise Türkiye Şeker Kurumu'nun tahminine göre şeker eş değerindeki kimyasal tatlandırıcılar oluşturuyor. Pancar Kooperatifleri Birliği (Pankobirlik) yetkililerine göre sorunun asıl büyük boyutu çiftçileri ilgilendiriyor. Şeker fabrikaları tüketim ihtiyaçlarını göz önüne alarak çiftçiye uyguladığı kotayı gittikçe yükseltiyor. Her fabrika 20 bin çiftçiye 'tarımsal istihdam' sağlıyor. Bu hesaba göre, piyasada doğal şekerin yerini yapay şekerin alması 150 bin çiftçi ailesini doğrudan ilgilendiriyor. Bazı yetkililer, ortalama dört kişilik aile diye düşünülürse en azından 600 bin kişinin sadece kimyasal tatlandırıcılar yüzünden ürününü satamadığını düşünüyor.

İŞTE EN ÇOK KULLANILAN TÜRLER

Aspartam (E 951), Asesülfam-K (E 950), Sakarin (E 954), Aspartam-asesülfam tuzu, Neohesperiden (E 959), Siklamat (E 952), Sukraloz (E 955), Taumatin (E 957)

ASPARTAM'IN ZARARLARI NELER?

Dr. Emin Mindan'ın verdiği bilgilere göre sadece aspartamın sebep olduğu rahatsızlık ve hastalıkları sıralarsak tatlandırıcıların pek masum olmadıkları ortaya çıkıyor: baş ağrısı, baş dönmesi, unutkanlık, eklem ağrısı, bulantı, uyuşukluk, kas spazmları, şişmanlık, depresyon, korku atakları, huzursuzluk, konvülsiyon, uykusuzluk, görme kaybı, işitme kaybı, kulak çınlaması, yorgunluk, tat kaybı, Parkinson, çarpıntı, soluk zorluğu, döküntü, mültipl skleroz.

KİMYASAL TATLANDIRICI NERELERDE KULLANILIYOR?

Türk Gıda Kodeksi'nin izin verdiği alanlar şunlar: aromalı içecekler, süt, meyve suyu, tatlı, çerezler, şekerlemeler, boğaz pastilleri, kakao, kuru meyve, sakız, dondurma, soslar, hardal, çorba, reçel, jöle, marmelat, meyve konservesi, balık, kahvaltılık tahıllar, fırıncılık ürünleri, kilo verme amaçlı gıdalar, diyet gıdalar, gıda takviyeleri, biralar, elma ve armut şarabı.

KOY ASPARTAMI, BAK TADINA!

Yapay tatlandırıcılardan siklamat, şekerden 45 kat, aspartam 200 kat, asesülfam K 200 kat, sakarin 300 kat, sukraloz 600 kat, taumatin 2 bin 500 kat daha fazla tat veriyor. Aspartamın yeni bir türü olarak kabul edilen yeni nesil tatlandırıcı neotam, şekerden 13 bin kat daha tatlı.

KİMYASAL TATLANDIRICILARIN NET İTHALAT RAKAMLARI

2000 162 28,5

2001 155 23,6

2002 352 49,3

2003 771 97,7

2004 1 518 172,6

2005 1 551 210,9

2006 1 196 141,7

2007 1 792 233,6

2008* 2 190 250,9

*Ocak Temmuz ayları arasında gerçekleşen ithalata ait değerlerdir.

Kaynak:
Türk Şeker Kurumu

Gencler Obeziteye Dogru Gidiyor!


Hacettepe Üniversitesi (HÜ) Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Perihan Arslan, "Yapılan araştırmalar, hafta sonları gençlerin yüzde 70'inin alışveriş merkezlerindeki fast food gıdalarla beslendiğini ortaya koyuyor" dedi.Arslan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, obezite sorununun her geçen yıl arttığını, yanlış beslenme ve fiziksel aktivitenin azlığı gibi etkenlerin kiloya neden olduğunu söyledi.Genetik özelliklerin de kiloda önemli bir etkisinin olduğuna dikkati çeken Arslan, "Obezitede genetik özellikler tabanca ise çevresel faktörler de o tabancayı çeken tetiktir" diye konuştu.Obezitenin çocuk ve gençleri tehdit ettiğini vurgulayan Arslan, sözlerini şöyle sürdürdü:"Türkiye'de çocuklardaki obezite oranı son 20 yılda yüzde 5'ten yüzde 15'e yükseldi. Yanlış beslenme ve aktivite azlığı bunda önemli bir etken. Uluslararası dergilerde yayınlanan verilere göre, 1972'de 7 bin 500 olan fast food restoranlarının sayısı 1997'den sonra 200 binlerin üzerine çıktı. Bugün rakamlar daha da yüksek. Özellikle alışveriş merkezlerinin üst katlarında bulunan ve fast food tarzı yiyecekler satan mekanlar, sosyal bir ortam sağladığı için gençler tarafından tercih ediliyor. Yapılan araştırmalar, hafta sonları gençlerin yüzde 70'inin buralarda yemek yediğini ve haftada 2 kez fast food türü yiyeceklerle beslendiğini gösteriyor. Buralara harcanan para, yılda 5.2 milyar dolar. Haftada 2 kez bu tür yiyecekleri tüketmek ise 15 yılda 4.5-5 kilo alınmasına neden olabiliyor."Demir, kalsiyum, vitamin, folik asit açısından fakir, yağ, enerji, kolestrol, tuz ve basit karbonhidrat bakımından zengin fast food yiyeceklerin obeziteyi tetiklediğini ifade eden Arslan, kolay erişilebilirlik, lezzet ve reklamların gençleri ve çocukları bu yiyeceklere yönlendirdiğini vurguladı."Televizyon ve bilgisayar obezite riskini artırıyor"Çocukların günde en az 2 saati televizyon karşısında geçirdiklerini kaydeden Arslan, "Bu sırada hiçbir şey yemeseler bile harcayamadıkları enerji miktarı 167 kalori. Bir de kek, şekerleme, cips yediklerini düşünürsek bunlardan alacakları enerji en az 50-100 kalori" diye konuştu.Günde 2 saat kesintisiz televizyon izleyen ya da bilgisayar oynayan çocukların fazladan 40 gram alma olasılığı bulunduğunu ifade eden Arslan, gençlerin spora yöneltilmesi ve doğru beslenme konusunda bilinçlendirilmesi gerektiğini kaydetti.Obezitenin özellikle büyükşehirlerde yaşayanlar için ciddi bir tehlike haline geldiğini vurgulayan Arslan, dünya sağlık örgütünün, yiyeceklerin üzerine "şişmanlatır" ya da "yüksek kalorili ürün" ibaresinin konulması, porsiyonların küçültülmesi gibi önlemler almayı planladığını bildirdi.

Ücretsiz AIDS Testi


Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi kan bağışı yapana ücretsiz AIDS testi yapıyor


Kan Merkezi Ünitesi Birim Sorumlusu Uzm. Rahim Kocabaş, “Hem öğretim üyelerimiz hem de öğrencilerimiz bundan böyle bulundukları kampus sahalarında kan bağışı yapabilirler.” dedi. Kan bağışçılarının ücretsiz olarak AIDS, Hepatit B, Hepatit C, Sifilis ve kan grubu taramasına tabi tutulduğu bildirildi. Bilgisiyar sistemi ile çalışıyorHer iki kampuste bulunan öğretim görevlileri ile öğrencilerden kan bağışı için sürekli talep geldiğini bu nedenle iki ayrı noktada ‘Kan Bağış Ünitesi’ açtıklarını belirten Kocabaş, ”Öncelikle merkezimize başvuran bağışçıları, kan vermeye elverişli olup olmadığını tespit etmek amacıyla donör testine tabi tutuyoruz. Vericiler sağlıklı çıkar ise 500 cc’lik kan alıyoruz. Her iki ünitemizde de dönor koltuğunun yanı sıra otomatik kan çalkalama cihazımız mevcut. Bilgisayar sistemi ile çalışan ünitelerimiz, tam anlamıyla hizmet vermeye başladı. Hem öğretim üyelerimiz hem de öğrencilerimiz bundan böyle bulundukları kampus sahalarında kan bağışı yapabilirler.” dedi. Kan bağışçılarını ücretsiz teste de tabi tuttuklarını belirten Uzm. Kocabaş, “Kan veren herkes AIDS, Hepatit B, Hepatit C ve Sifilis kan grubu taramasından ücretsiz olarak yararlanıyor. Sağlıklı olduğunu düşünen birçok kişi hasta veya taşıyıcı olduğunu bazen ilk kez kan bağışı yapacağı sırada öğreniyor. Bu açıdan da düşünüldüğünde kan bağışının faydası tartışılmaz. Bunun yanısıra kan bağışı kalp krizi riskini azaltıyor, kandaki yüksek yağ oranını düşürüyor, kemik iliğinin yağlanmasını önleyip, kan yapımını sürekli canlı tutuyor, yeni kan hücrelerinin hızlı bir şekilde dolaşıma katılmasına yardımcı oluyor.” diye konuştu. Kan bağışı ile bilinmesi gerekenler18 - 65 yaşları arasında olan her sağlıklı kişi kan verebilir. Erkekler, en sık 2 ayda bir, kadınlar ise en sık 3 ayda bir olmak üzere ve yılda toplam 4 üniteyi geçmemek koşuluyla kan verebilirler. Bağışlanan kan standart olarak 500 cc’dir. İnsan vücudunda toplam 5000-6000 cc kan olduğu düşünülürse, bu miktar, toplam kan hacminin sadece % 7,5 - 9'u kadardır. Kan bağışını takiben, eksilen sıvı hacmi, damar dışındaki sıvının, damar içine geçmesiyle saatler içerisinde karşılanır. Hücrelerin yenilenmesi süreci ise, 2 ay kadardır. Düzenli aralıklarla yapılan kan bağışının sağlık açısından herhangi bir sakıncası olmadığı gibi, aksine birçok yararı mevcuttur. Kansızlık (Anemi), elbetteki kan bağışı için engeldir. Günlük yaşamın olağan sayılabilecek ve çoğunlukla psikolojik kaynaklı olan halsizlik, bitkinlik gibi durumlar, anemi olarak algılanmamalıdır. Anemi tanısı, kan testleriyle yapılmaktadır. Kan bağışı için kriter hemoglobin değeridir. Kan torbaları, tek kullanımlık ve steril olarak imal edilmektedir. Bu sebeple, kan bağışı sırasında donöre herhangi bir hastalık bulaştırılması söz konusu değildir. Kan bağışının, kilo aldırma, zayıflatma, halsiz bırakma, kaşıntı ve bağımlılık gibi yan etkileri yoktur. Almış olduğunuz ilaçlar, kanınıza geçmektedir. Bu ilaçlardan bazıları kan bağışı yapmaya engel teşkil eder. Kan bağışından önce, eğer sağlığınız açısından mecbur değilseniz, ilaç almayınız. Almak durumundaysanız, kan verip veremeyeceğinizi kan merkezi doktorlarımıza danışabilirsiniz.

Klima bakterisine karşı 4 önlem


Sağlığınızı tehlikeye atan klimalara karşı nasıl önlem alınmalı ?


Kapalı ortamların ısısını ve nem oranını istenilen seviyelere getirebilen klimalar, soluduğumuz havayı ve solunum yollarımızı doğrudan etkiliyor.


Klima kullanımıyla birlikte su damlacıklarıyla havaya karışarak insanlara bulaşan ve ölümlere yol açan "Lejyoner" hastalığına karşı başlıca dört önlem alınması gerekiyor.


Acıbadem Bursa Hastanesi Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Mehmet Karadağ, bu ciddi ve ölümcül hastalığın önlenebilmesi için, bakterilerin bulunabileceği ortamların saptanması ve uygun şekilde dezenfekte edilmesinin çok önemli olduğunu belirtiyor. Prof. Karadağ, alınacak önlemleri şöyle sıralıyor: - Klimalar, havalandırma sistemleri, su depoları, kapalı alanlardaki havuzlar, duş başlıkları ile bazı tıbbi aletler bulaşıcılık açısından dikkatle kontrol edilmeli- Enfeksiyon şüphesi oluştuğunda bakım ve dezenfeksiyon için hiç beklemeden, su 70 derecenin üzerinde ısıtılmalı - Musluklar, duş başlıkları, basınçlı sıcak su ile 30 dakika süreyle yıkanmalı - Metalik iyonizasyon yöntemiyle de dezenfeksiyon yapılabilir. Bu yöntemde özel elektrotlar tarafından havuz suyuna bakır, gümüş ve çinko iyonları aktarılır. Belirli düzeylere geldiğinde bu iyonlar dezenfeksiyonu sağlamaktadır. Bu yöntem klorla yapılan dezenfeksiyondan daha etkili bulunmuştur.



GÖKDELEN, OTEL VE İŞ MERKEZLERİNDE RİSK OLABİLİR


Lejyoner hastalığına neden olan 'Legionella pneumophila' bakterisi, durgun sularda ürüyor. Suyun havaya saçılması sırasında solunum yoluyla, akciğerlere girerek akciğer enfeksiyonlarına neden oluyor. Klima içerisinde oluşan nemli ortam, Legionella pneumophila gibi hastalık etkenlerinin yaşaması ve çoğalması için çok uygun ortamlardır. Bu etkenler su damlacıkları ile havaya karışarak insanlara bulaşıyor. Otel, iş merkezi, gökdelenler gibi büyük binaların havalandırma sistemlerinin su bölmeleri, havuzlar, su depoları gibi ortamlarda çoğalan bakteriler, o binada bulunan pek çok insanda hastalığa yol açabilirler. Ancak her klimalı ortamda bu bakteriler bulunmadığı gibi bakterilerin bulunduğu ortamda yaşayan ve bu havayı soluyan herkes de hastalanmıyor.

HASTALIK 2-10 GÜNDE BELİRTİ VERİYOR


Hastalık etkenine maruz kalan insanlarda 2 -10 gün arasında belirtiler ortaya çıkıyor. Ateş, halsizlik, kas ağrıları, iştahsızlık, baş ağrısı gibi belirtilerle başlayabiliyor. Ancak çoğunlukla ilk dikkati çeken belirti öksürük oluyor. Öksürük başlangıçta kuru ve hafif olarak başlarken, sonrasında balgam üzerinde çizgi şeklinde kan görülebiliyor. Yüksek ateş her vakada ortaya çıkıyor. Hastaların beşte birinde ateşin 40.5 derecenin üzerinde olduğuna dikkati çeken Prof. Dr. Mehmet Karadağ, "Bu yüksek ateş, zaman zaman şuur bozukluklarına neden olabilir. İshal vakaların yüzde 25-50'sinde görülüyor, genellikle sulu ve nadiren de kanlı oluyor. Bulantı, kusma, karın ağrısı vakaların yüzde 10-20'sinde görülüyor. Hastalarda göğüs ağrısı olabilir ve hastaların yaklaşık yarısında nefes almakta güçlük ortaya çıkar" diye konuştu.


EN ÇOK KİMLERİ ETKİLİYOR?


Yüksek ateş ve öksürük yakınması olan hastalar, son günlerde klimalı ortamlarda bulunmuşlarsa Lejyoner Hastalığı açısından değerlendirilmeleri gerekiyor. Tanı için hastanın balgamında Legionella bakterilerinin kültürde üretilmesi, ya da hastanın kanında Legionella bakterilerinin antijenlerinin veya bunlara karşı oluşmuş antikorların saptanması gerekiyor. Hastaların idrarlarında yapılan incelemelerle de teşhis konulabiliyor. Prof. Dr. Karadağ, hastalığın en çok etkilediği kişileri şöyle sıraladı: "Bebekler, yaşlılar, erkekler, sigara içenler, alkolikler, kalp-damar hastaları, kronik bronşit hastaları, diyabet (şeker) hastaları, böbrek hastaları, bağışıklık sistemi baskılanmış olanlar, kortizon kullananlar." Hastalığın tedavisinde her antibiyotiğin etkili olmadığına değinen Prof. Dr. Mehmet Karadağ, "Tedavide doğru ilacın seçilmesi ve erken dönemde tedaviye başlanması yan etkileri önlüyor, şifa sağlıyor. Ancak tedavi süresi hastanın tüm şikayetleri ortadan kalksa bile 3 haftadan az olmamalıdır. Aksi takdirde hastalığın tekrarlaması ihtimali vardır" diye konuştu.

Saglikli Yasam İcin 20 ipucu!


• Sağlıklı bir yaşam için alınması gereken önlemlerin pek çoğu günlük yaşamımızda uygulamamız gereken küçük ve kolay çabalar.

• Nerede olursa olsun günlük yaşamı düzenleyen bazı temel kuralların bilinerek uygulanması, sağlığın korunmasını ve diğer bireylerle paylaştığımız yaşamı kolaylaştırır.

• Bu kurallardan en önemli olanları; temizlik, sağlıklı beslenme, bedensel ve zihinsel çalışma, düzenli yaşam, sigara, alkol, uyarıcı ve uyuşturucu maddelerden uzak durma, kazalardan korunma, sorunlarla başa çıkmada doğru ve uygun yöntemler kullanmadır.

1- Kardiyovasküler hastalıklar (KVH) ile egzersiz arasında önemli bir ilişki vardır. Özellikle tempolu şekilde ve düzenli yürümek KVH riskini azaltır.
2- Amerikan Kalp Birliği (AHA), alınan enerjinin yüzde 7'sinin altının doymuş yağ asitlerinden, yüzde 1'inin altının trans yağ asitlerinden, kolesterol için günlük 300 miligramın altında olmasını öneriyor. Yağ tüketiminde çeşitliliği önemseyin.

3- Omega-3 (EPA,DHA) yağ asitlerinin yeterli tüketimiyle KVH riski azalmaktadır. Omega - 3'ün en iyi kaynakları; soğuk sularda yaşayan somon, uskumru, ton gibi yağlı balıklarda Omega - 3 daha fazla bulunur. Ayrıca kanola ve soya yağı da bir miktar Omega - 3 içerir.

4- Çocuklar büyüme çağındayken daha sağlıklı besinlere yönlendirilmeye çalışılmalı, yağ ve şeker içeriği yüksek besinlerden uzak durulmalıdır. Bu yaşta gelişen alışkanlık, yaşam süresi ve hastalıklardan korunma konusunda etkilidir.

5- Türkiye'de yetişkinlerde kalp damar hastalıkları görülme sıklığının yüzde 6.7'den yüzde sekize çıktığı görülmektedir. Beslenme eğitimine önem verilmesi şarttır.

6- Obezitenin önlenmesi için pratik çözümler yaratılmalı; araba kullanımı azaltılmalı, yayalara özgü alanlar yaratılmalı, kamu sağlığı için kampanyalar düzenlenmeli, şehir içinde araba kullanmak paralı hale getirilmelidir.

7- Yaşlı nüfus 2002 yılında 605 milyon iken, bu rakamın 2025 yılında 1.2 milyar, 2050 yılında ise iki milyara ulaşması beklenmektedir. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki yaşam süresi uzamaktadır sağlıklı yaşlanmak için sağlıklı beslenme şarttır.

8- 20 - 65 yaş arasında vücut ağırlığında artış görülebilir. Fakat daha sonraki yaşlarda negatif enerji dengesi ortaya çıktığı için vücut ağırlığında düşüşler olabilir. İleri yaş beslenmesi, özel bir durumdur ve ihmal edilmemelidir. Yaşlılıkla birlikte iştah ve tat alma duyusu azalmaya başlar, kemik ve kas kaybında artışlar göze çarpar. Bu dönemde kanser, diyabet, KVH, osteoporoz görülme sıklığı artar.

9- Yaşam kalitesindeki artış, yaşla bağlantılı hastalık risklerini azaltır. Sağlıklı bir yaşlanma için dengeli ve kaliteli beslenme temeldir.

10- Sarı kantaron otu; reçeteli ilaçlarla etkileşime geçer. İlaçlara bağlı olarak etkilerini azaltır ya da artırır. Bu nedenle kontrollü kullanılmalı.

11- Yapılan araştırmalar gösteriyor ki bireyler; C vitaminini tavsiye edilen miktarın 100 katı kadar fazla, B6 vitaminini ise 10 katı kadar fazla almaktadırlar.

12- Soya; östrojen seviyesi yüksekse azalmasına yardımcı olur. Vücuttaki mevcut östrojen seviyesine göre azaltıcı ya da artırıcı etki gösterir. Ayrıca göğüs kanseri riskinden de bireyleri koruduğu kanıtlanmıştır.

13- Yapılan çalışmalara göre balık ve balık yağı tüketimi, ölüm ve kalp krizine yakalanma olasılığını azaltmaktadır.

14- Son yıllarda KVH beslenme tedavisinde bitkisel sterol ve stanollerin kullanımı artmaktadır. Tüm sebzeler bir miktar bitkisel sterol içermektedirler. Özellikle bitkisel yağlarda, yağlı tohumlarda, tahıllarda ve kuru baklagillerde bulunmaktadır. Stanollerin kan lipitleri üstündeki etkilerini inceleyen çalışmalarda, kolesterol seviyeleri yüksek olan kişilerde statin türevi ilaçlar kullanılmadan tek başına bitkisel stanoller kullanılarak kötü huylu kolesterol seviyelerinin yüzde 14 düştüğü bulunmuştur.

15- Özellikle kullanılan besin desteklerinin güvenilirliğinin çok iyi araştırılması ve kullanımlarının değerlendirilmesi gerekliliği üstünde duruldu. Çünkü bileşimindeki bitkiler reçeteli ilaçlarla etkileşime girebilmektedir. Bu nedenle isteğe bağlı olarak alınmamalıdır.

16- Hafıza destekleyici olan Ginkgo Biloba 55 yaş üstü bireylerde ve demans (unutkanlık) gelişmiş kişilerde, belirli dozlarda (160-240 mg) ve sekiz hafta kullanıldıktan sonra etkili olabilmektedir. Genç ve sağlıklı kişilerde ise hafıza gelişimine herhangi bir katkısı olmadığı kanıtlanmıştır.

17- Balık yağı; en ikna edici kanıta sahip besin desteğidir.

18- Yapılan bir çok araştırmada diyetle alınan posanın (yetişkinler için günde 25 - 35 gram, çocuklar ve adölesanlar için günde yaş + 5 gram) alınmasının; bağırsak fonksiyonlarını düzenlediğini, kan kolesterol düzeylerini düşürdüğünü, kan glikoz ve insülin düzeylerini dengeleyici etkileri olduğu görülmüştür.

19- Merdiven çıkmak ve futbol oynamak en çok enerji harcatan aktivitelerdir. 15 dakika merdiven çıkarak veya 30 - 35 dakika futbol oynayarak 150 kalori yakabilirsiniz.

20- Vücutta bulunan toplam yağ dokusu fiziksel aktivite seviyesiyle doğru orantılıdır. Bu nedenle haftada en az üç kez 45 - 50 dakika egzersiz yapılmalıdır.

Güneş gören yerlerinize parfüm sıkmayın


Güneş gören cilde sıkılan parfüm güneş lekelerine yol açıyor

Tenin güneş gören bölümüne parfüm sıkılması durumunda, vücutta istenmeyen lekelerin oluşabileceği belirtildi! Çukurova Üniversitesi Öğretim Görevlisi Zuhal Akbaba “Parfümü güneşin görmediği yerlere, elbise içine, üzerine veya saçlara, tene değmeden sıkın. Asla vücuda sürülen parfüm güneş ışığıyla temas etmemelidir. Cildin güneş gören yerine sıkılan parfüm, ciltte renk bozuklukları yapıyor. Çok sık karşılaştığımız bir durum. Bazı hanımlar kulak etrafında, boyun kısımlarında lekelenmeleri gösterip, 'Ben güneşten sakınıyorum ama bu lekeler neden oluyor?” diyor. Parfümü kullanırken hep kulak arkası ve boynumuza sıkarız. Güneş ışığı, gölge dahi olsa parfümün sıkıldığı cilt yüzeyini etkileyip leke bırakıyor."

ERKEKLERE DE UYARI VAR

Erkeklere de aynı uyarıyı yapan Zuhal Akbaba şöyle devam etti: “Kolonyada yüksek derecede alkol var. Tıraş kolonyası, tıraş losyonu kullanılıp güneşe çıkıldığında, güneş, alkolle birleşince yüzde leke oluşturuyor. Tıraş sonrası dışarıya çıkmadan önce mutlaka güneş kremi kullanın. Bunlar geriye dönüşü olmayan lekeler olabilir. Çok zor tedavi olurlar. Lazer gibi pahalı bir tedavi şekli veya kozmetiklerle uzun süren bir tedavi şekli gerektirir.”

Sigarayı bırak 8 bin YTL'yi kap!


Tütünle mücadele kapsamında sigarayı bırakma kampanyası düzenleyen Sağlık Bakanlığı sigaraya karşı ilginç bir kampanya başlattı. İşte 8 bin YTL'lik kampanyanın şartları

Sağlık Bakanlığı, tütünle mücadele kapsamında sigarayı bırakma kampanyası düzenliyor. 'Bırak kazan' kampanyasında 4 hafta boyunca sigara içmeyenler arasından yapılacak çekilişle bir kişi 8 bin YTL kazanacak. Katılabilmek için en az bir yıl sigara içmiş olmak gerekiyor. Son başvuru tarihi ise 30 Nisan. Sağlık Bakanlığı’nın web sitesinde yer alan bilgiye göre halk sağlığı açısından ciddi sonuçları olan sigara kullanımında Türkiye Avrupa Ülkeleri arasında üçüncü sırada, dünya ülkeleri arasında ise yedinci sırada yer alıyor. Türkiye genelinde 18 ve daha yukarı yaştaki bireylerin yüzde 33.4’ünün sigara kullandığının ifade edildiği bilgide Türkiye’de yaklaşık 17 milyon kadar sigara içen kişinin olduğu ve her yıl 100 bin kişinin sigaraya bağlı nedenlerle yaşamını yitirdiği belirtiliyor. İşte bu kapsamda Sağlık Bakanlığı’nın düzenlediği ve iki yılda bir gerçekleşen ödüllü bırak kazan kampanyasının amacı bir bırakma günü belirleyerek sigarayı bırakma fikrini oluşturmak, bırakmak isteyenleri harekete geçirerek yardımcı olmak, sigaranın zararları ve sağlıklı yaşam konusundaki genel bilinçlenmeye katkı sağlamak. Sigarayı bırakma konusunda etkin yöntemlerden biri olarak gösterilen 'bırak-kazan' kampanyası bu yıl 1- 28 Mayıs tarihleri arasında düzenleniyor. Kampanyaya en az bir yıldır sigara içen ve 18 yaşını doldurmuş herkes katılabilecek. Kampanyaya katılanlar başvuru formlarını 30 Nisan’a kadar başvuru yerleri olarak belirtilen İl Sağlık Müdürlüklerine, Sağlık Grup Başkanlıklarına, Toplum Sağlığı Merkezlerine, Devlet Hastanelerine, Sağlık Ocaklarına, Aile Sağlığı Merkezlerine ve Sağlık Evlerine teslim edebilecekler.
4 HAFTA BOYUNCA SİGARA İÇMEYEN KAZANABİLECEK
Katılımcıların, 1–28 Mayıs tarihleri arasında 4 hafta süre ile sigara içmemeleri gerekiyor. Noter huzurunda gerçekleştirilecek çekilişle 1 asil, 10 yedek talihli belirlenecek. Kuradan hemen sonra ise kazanan kişiyle temasa geçilip kampanya koşullarını yerine getirip getirmediği teyit edilecek. Ve kazanan katılımcı hem sigarayı bırakmış olacak hem de 8 bin YTL ödülün de sahibi olacak.

Telefonu kulağınıza yapıştırmayın!


Uzmanlardan, cep telefonunun olumsuz etkilerine karşı önemli uyarılar: Telefon çalınca hemen açıp kulağınıza götürmeyin. Kulağınıza ya da yüzünüze yapıştırmayın!


Telekomünikasyon Kurumu elektromanyetik dalga yayan başta cep telefonu olmak üzere elektronik cihazları bir yıldır inceliyor. İnceleme sonunda Dünya Sağlık Örtgütü tarafından belirlenen AB standardı dışındaki cihazların ithalatına izin verilmiyor. Cep telefonlarının beyin üzerindeki etkilerinin de incelendiği laboratuarın yöneticisi ve Telekomünikasyon Kurumu Teknik Düzenleme ve Standardizasyon Daire Başkanı Ejder Oruç, cep telefonlarının insan üzerindeki olumsuz etkisinin en aza indirilmesi için tavsiyelerde bulundu. Vatandaşlara, cep telefonlarının kulağa ve yanağa temas ettirmeden, sağ kulağa en az 15 derecelik açı yapacak şekilde tutularak kullanılmasını tavsiye eden Oruç, "En iyisi telli kulaklıkla konuşmak. Bu şekilde etki yüzde 90 daha az olacaktır" dedi.
Yeni Şafak, Telekomünikasyon Kurumu tarafından 4,8 milyon euroya kurulan Piyasa Gözetimi Laboratuarı'na girdi. Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampusundaki Teknokent içerisine kurulan laboratuarın 3,6 milyon euroluk bölümü AB tarafından karşılandı.

BEYNE ETKİSİ İNCELENİYOR
Yaptıkları çalışmaları anlatan Oruç, özellikle cep telefonlarının beyin üzerindeki etkilerini inceleyen bölümde önemli uyarılarda bulundu. Laboratuarda kurulan sistemde insan beynine en yakın olan bir sıvı üzerinde analiz yapıldığını bildiren Oruç, "Cep telefonunu robota aynen konuşmadaki gibi yerleştiriyoruz. Baz istasyonu ile cep telefonu arasında konuşan bir telefon senaryosu uygulanıyor. O esnada robot 128 noktada tarama yapıyor. Her bir nokta üzerindeki elektromanyetik soğrulma miktarını ölçüyor” diye konuştu.

Vatandaş kendini güvende hissediyor

Telefonun hiç olumsuz etkisi yok demenin hata ve yanlış olacağını ifade eden Oruç, laboratuarda cep telefonlarının Dünya Sağlık Örgütü tarafından belirlenen AB standartlarında olup olmadığını incelediklerini vurguladı.

Neden Başım Dönüyor?


Vertigo birçoğumuza ünlü İngiliz yönetmen Alfred Hitchcock'un ünlü filmini çağrıştırır. Baş dönmesinin tıbbi adı olan bu kelime bazıları için film adı olmasının dışında anlam taşıyor. Gündelik hayatta kimimiz sürekli hafif şekilde, kimimiz ise çok şiddetli olarak bir denge problemi yaşarız. Yaşayanların çok iyi bildiği ve günlük aktivitelerini kabusa çevirebilecek kadar şiddetli olabilen bir rahatsızlık. Bazılarımız içinse daha hafif ama süreklilik göstererek sıkıntı oluşturan bir dert baş dönmesi. Baş dönmesini tıbbi açıdan ele alan Bosphorus International Kulak Burun Boğaz'dan Op.Dr. Fuat Güder baş dönmesinin kısaca bir denge problemi olduğunu söylüyor. "Çoğu zaman bu rahatsızlık iç kulağa bağlı bir problemden ortaya çıkar. Baş dönmesi şikayeti ile hekime başvuran hastalar genellikle çevrelerinin ve kendilerinin döndüğünü bazen bulantı olduğunu da ifade ederler". Araştırmalar baş dönmesinin doktora başvurmayı gerektiren şikayetler içinde ağrıdan sonra ikinci sırayı aldığını gösteriyor. Toplumun yüzde otuzunun baş dönmesine genetik olarak yatkın olduğu biliniyor. Baş dönmesi kadınlarda ve özellikle 30-50 yaşlarında daha sık görülüyor. Farklı tipleri bilinen baş dönmesi hastalardaki yaşam kalitesini ciddi olarak etkileyebiliyor. Denge sistemimiz vücudumuzdaki farklı merkezler tarafından kontrol edildiği için, baş dönmesinin nedenini saptamak her zaman çok kolay olmayabilir. Damar sistemindeki bozukluklar, iç kulağın hastalıkları, kafatasındaki yaralanmalar, virüs enfeksiyonları ya da allerjiler baş dönmesi meydana getirebiliyorlar. Baş dönmesini tetikleyen faktörler incelendiğinde hastaların yüzde yetmişinde stress hikayesine rastlanabiliyor. Uykusuzluk, ağır diet, yorgunluklar, gerilimler risk faktörleri arasında gösteriliyor. Op Dr Güder, baş dönmesi yaşayan hastaların nörologlara, KBB uzmanlarına ya da dahiliye uzmanlarına başvurabildiklerine, bir çok defa da bu dallara mensup hekimlerin işbirliğinin tanı ve tedavide şart olduğuna dikkat çekiyor. Güder "Biz KBB hekimleri olarak daha ziyade iç kulağı ilgilendiren baş dönmesiyle ilgileniyoruz. Merkezimizde hastalarımıza ayrıntılı testler yaparak nedeni ortaya çıkarıyor ve tedavisine başlıyoruz" diyor. Tedavide ilaçlar ve dinlenme öncelikli olarak yer buluyor. Bazen doktorunuz tarafından yaptırılan baş egzersizleriyle iyileşecek kadar basit, bazen de cerrahi tedavi gerektirebilecek kadar ağır seyredebiliyor. Uzmanlar baş dönmesi geçiren hastaların gıdalarına ve yaşam biçimlerine dikkat etmeleri gerektiğinin altını çiziyor. Stresin kontrol altında tutulması, uyku düzenine dikkat edilmesi öncelikli olanlar. Gıdalar söz konusu olduğunda ise, öğün atlamamaya, aşırı tuz kullanmamaya dikkat etmek, sigara, alkol ve biradan mümkün olduğunca uzak durmak gerekiyor. Çay, kafein, tatlandırıcılar, çikolata da şüpheli içecek-yiyecekler listesindeler. Baş dönmesinin bazen hayatı tehdit edebilen hastalıkların da habercisi olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu nedenle bu konuda en doğru yorumun konunun uzmanı olan hekimlerce yapılabileceğini bilmekte yarar var.

4 yaşından önce göz muayenesi şart


Erken yaşta tespit edilmeyen görme bozukluluklarının ileri yaşlarda tedavisi zorlaşıyor. 10 yaşına kadar tedavi edilmeyen görme bozuklukları sonucu gelişen göz tembelliğinin tedavisi ise mümkün olmayabiliyor.

Çocukların 4 yaşına gelmeden önce herhangi bir sorun olmasa bile mutlaka bir göz doktoru tarafından muayene edilmesi gerektiğini belirten Op. Dr. Fatih Balkan, okula başlamadan önce çocukları göz kontrolünden geçirmenin, göz problemlerine bağlı öğrenme güçlüğünü önleme açısından büyük önem taşıdığını söylüyor.

Doğduklarında ancak belirli oranlarda görebilen bebekler gözlerini kullandıkça görme potansiyelleri artıyor. İlk 9 yaş içinde görme sisteminin tam olarak geliştiğini ve daha sonra belirgin bir değişiklik olmadığını söyleyen Türk Böbrek Vakfı Hizmet Hastanesi Göz Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü’nden Op. Dr. Fatih Balkan, çocuklarda göz sağlığı ile ilgili olarak şu bilgileri veriyor:
EN ÇOK ŞAŞILIK GÖRÜLÜYOR
Çocuklarda en çok görülen göz bozuklukları; düzeltilmemiş kırma kusurları ve şaşılıktır. Kayan gözün görmeyi öğrenebilmesi için şaşılığın çocukken ve en erken yaşta gözlükle veya ameliyatla tedavi edilmesi gerekir. Şaşılık düzeltilse bile tembellik için kapatma tedavisi uygulanmalıdır.
GÖZ TEMBELLİĞİ TEDAVİSİ ERKEN YAPILMALIDIR
Belli bir numaranın üstündeki hipermetrop veya astigmatı olan bir göz, çocukluk çağında iyi ve net görmeyi öğrenemediği için tembel kalabilir. Ayrıca iki göz arasındaki numara farkı fazla olduğunda, daha yüksek numaralı olan göz tembel kalır. Göz tembelliği, tedavisi ancak 9-10 yaşına kadar mümkün olan önemli bir göz problemidir. Tembellik tedavisinde ne kadar geç kalınırsa sonuç o kadar başarısız olur. Bu yüzden, çocukların en geç 3-4 yaşında göz muayenesinden geçirilmeleri önerilir. Göz tembelliği tedavisinde iyi gören göz kapatılarak tembel gözün tek başına görmeyi öğrenmesi sağlanır.
ŞAŞILIK GÖZ TEMBELLİĞİNE NEDEN OLUR
Şaşılık, gözlerin paralel bakamaması durumudur. Gözlerin bir tanesi hedefe bakarken diğeri başka bir yere yönelmiştir. Şaşılık tek gözde ise şaşı göz az görür ve tembel kalır. Şaşı gözlerde derinlik hissi yoktur veya çok az gelişmiştir. Şaşılıklar; çocukluk çağı şaşılıkları, paralitik şaşılıklar (göz kasları felci) ve ikincil şaşılıklar olarak 3 ana sınıfa ayrılabilirler.Çocukluk şaşılıkların en sık rastlanılanları içe ve dışa şaşılıklardır. Bazen tek bazen çift taraflı olabilirler. İçe şaşılıklar genellikle hipermetrop gözlerde gözlenir. Bu şaşılıklar bazen sadece gözlük kullanımıyla düzelebilir. Gözlükle tam olarak düzelemeyen şaşılıkların ise ameliyatla düzeltilmeleri gerekir. Sürekli kayan göz az görür ve iyi görmeyi öğrenemez, tembel kalır.
DIŞA KAYAN GÖZLER MİYOP OLUR
Çocukluk çağında dışa kayan gözler çoğunlukla miyopturlar. Dışa kayma bazen gizli bazen aşikar olabilir. Bu tip şaşılıkta güneş ışığı gizli şaşılığı aşikar hale getirebilir. Çocuk, güneşte, dışa kayan gözünü tek taraflı kapatma eğilimindedir. Bazen tek bazen çift taraflı olabilirler. Tek taraflı dışa kaymalarda derinlik hissi azalmıştır. Tembellik de gelişebilir. Şaşılıkların en önemli sebeplerinden biri de göz kaslarına gelen sinirlerinin felcidir. Bu felçler bazen doğuştan bile mevcutken, bazen travma veya ateşli hastalıklar sonucu da ortaya çıkabilirler. Ayrıca gözün optik ortamında bir engel, ikincil şaşılığa (katarakt, kapak düşüklüğü vs) görmeyen gözün dışa-içe kaymasına neden olabilir.

GÖZLÜK, GÖZ NUMARASINI ETKİLEMEZ

Gözün numarası gözün kırıcılık değerinin sonucudur. Bu değeri korneanın eğimi ve gözün uzunluğu belirler. Gözün numarası herhangi bir alışkanlıkla değişmez. Yani gözlük kullanmak veya kullanmamak, yüksek ya da düşük numaralı gözlük kullanmak, çok veya az okumak, gözlerin numaralarını ne yükseltir, ne de azaltır.

Yılda en az bir kez jinekolojik muayene şart


Kadınlarda görülen kanserlerin yaklaşık yüzde 40-45’ini jinekolojik kanserler oluşturuyor. Jinekolojik kanserlerden korunmak için her yıl en az bir kere muayene olunması ve gerekli taramalar tamamlanarak uzman hekim tarafından incelenmesi gerekiyor.


Fatih Üniversitesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Nilgün Turhan, günümüzde kadınlarda görülen jinekolojik kanserlerin giderek artış gösterdiğini söyledi.

Jinekolojik kanserlerin tek bir nedene bağlı olarak gelişmediğini ifade eden Prof. Dr. Nilgün Turhan, kansere neden olan risk faktörlerinin bilinmesinin, tedavide ve korunmada hayati önem taşıdığını anlattı.Turhan, sigara kullanımının diğer kanser türlerinde olduğu gibi jinekolojik kanser türleri için de çok önemli bir risk faktörü olduğunu vurgulayarak, cinsel yolla bulaşan hastalıkların, erken yaşta cinsel ilişki, kocası çok eşli kadınlar ve genellikle düşük sosyo ekonomik durumdaki kadınlar arasında yaygın görüldüğünü söyledi.
“EN FAZLA YUMURTALIK KANSERİ ÖLÜME YOL AÇIYOR”
En sık rastlanan jinekolojik kanser türünün, rahim ağzından kaynaklanan ve halk arasında rahim ağzı kanseri olarak adlandırılan “serviks” kanseri olduğunu belirten Turhan, rahim ağzı kanserinin dünya genelinde meme kanserinden sonra kadınlarda en sık görülen kanser türü olduğunu kaydetti. Turhan, bu kanser türünün, PAP smear tarama testi ile çok erken dönemde tanımlanabildiğine işaret ederek, “ABD’de 2003’te 12 bin 200 yeni vaka teşhis edildi ve yine aynı yıl 4 bin 100 kadın bu hastalıktan dolayı yaşamını yitirdi. ABD’de 100 binde 8.7 kadında rahim ağzı kanseri teşhis edilirken Haiti’de bu oran 100 binde 94 kadına kadar çıkıyor” dedi.İkinci sırayı rahmin iç tabakasından kaynaklanan ve halk arasında rahim kanseri olarak bilinen “Endometrium” kanserinin aldığını anlatan Turhan, modern toplumlarda rahim kanserinin sıklığının giderek arttığına ancak ölüm oranının oldukça düşük olduğuna dikkati çekti. Turhan, “Çünkü modern gelişmiş toplumlarda bu hastalık erken yakalanabiliyor ve iyi tedavi ediliyor. 2003’te ABD’de 40 bin 100 rahim kanseri vakası teşhis edildi ve bu hastalıktan dolayı sadece 6 bin 800 kadın yaşamını yitirdi” diye konuştu.Yumurtalıklardan kaynaklanan ve “over” kanseri olarak adlandırılan yumurtalık kanserlerinin ise jinekolojik kanserler içinde en fazla ölüme yol açan kanser türü olduğunu belirten Turhan, 40 yaşın üzerindeki kadınların yüzde 12’sinde over kanserinin teşhis edildiğini, tüm kadınların yüzde 5’inde bu kansere rastlandığını söyledi. Turhan, “ABD’de 2003’te 25 bin 400 vaka teşhis edildi ve yine aynı hastalıktan 14 bin 500 kadın yaşamını yitirdi. Yumurtalık kanserinde tanı sonrası ortalama yaşam süresi yüzde 35’dir” dedi.Rahim iç yüzü kanserinde şişmanlık, diyabet öyküsü, geç menopoz yaşı, kısırlık ve progesteron olmaksızın tek başına östrojen kullanımının risk faktörü olduğunu anlatan Turhan, yumurtalık kanserinde ise belirgin bir neden saptanamadığını, ancak yaş, ailesel faktörler ve yüksek hayvansal yağ içeren beslenme gibi çevresel ve genetik faktörlerin etkili olduğunu kaydetti.Turhan, vulva ve tüplerden kaynaklanan kanserlere az rastlandığını, başarılı tedavi yanıtının alındığı bu grup kanserlerin çok fazla hayati tehlike taşımadığını söyledi.BELİRTİLERE DİKKATJinekolojik kanserlerin belirtilerinin farklılık gösterdiğini dile getiren Turhan, rahim ağzı kanserinde cinsel ilişki sonrasında lekelenme tarzında vajinal kanama, adet miktarında ya da süresinde artış, kahverengi vajinal akıntı şeklinde belirtiler olabileceğini söyledi. Turhan, ileri evrelerde bel ve kasık ağrısı, idrar yapmada güçlük ya da bacak ödeminin de görülebileceğini kaydetti.Rahim kanserinin, erken bulgu veren bir kanser türü olduğunu ifade eden Turhan, menopoz öncesi ya da menopoz döneminde anormal kanamalarla belirti verdiğini söyledi.Turhan, yumurtalık kanserinin ise geç bulgu verdiğini ve bulguların kendine özgü olmadığını belirterek, “Karın şişliği, ağrı, hazımsızlık, karın çevresinde artış, anormal vajinal kanama, en sık görülen belirtilerdir” dedi. Yumurtalık kanserinin geç bulgu vermesinin, yumurtalık kanseri hastalarının yüzde 70’ine geç evrede tanı konmasına neden olduğunu dile getiren Turhan, vulva kanserinin en sık bulgularının ise kronik kaşıntı, vulvada ele gelen kitle, ağrı, kanama ve ülserler olduğunu söyledi.NASIL KORUNURUZ?Jinekolojik kanserlerin nedenleri çok farklı olduğu için korunmada da birçok faktörün dikkate alınması gerektiğini belirten Turhan, rahim ağzı kanserinden korunmak için cinsel yolla bulaşan hastalıklardan özellikle HPV enfeksiyonundan korunmanın ön plana çıktığını kaydetti.Turhan, bir kadının yaşam boyu genital HPV enfeksiyon geçirme riskinin yüzde 80 olduğunu, bu enfeksiyonların çoğu kendiliğinden iyileşse de “HPV virüsünün rahim ağzı kanserinden yüzde 99.7 oranında sorumlu” olduğunu bildirdi.9-45 yaşları arasında yapılan HPV aşısının rahim ağzı kanserini yüzde 75 oranında önlediğini belirten Turhan, “Her yıl 300 bin kadının ölümüne sebep olan rahim ağzı kanserine karşı aşı ve PAP smear testi ile düzenli takipler yapılmalı” dedi.Turhan, üreme çağında doğum kontrol hapı kullanan kadınlarda, rahim ve yumurtalık kanserlerinin görülme oranlarının belirgin oranda azaldığının tespit edildiğini ifade ederek, şu önerilerde bulundu:” Sigara kullanılmamalı. Aşırı kilo alımı engellenmeli, tek başına östrojen alınmamalı ve kanserleşme riski taşıyan rahim hastalıkları uygun tedavi edilmeli. Yumurtalık kanserinde doğum kontrol hapları kullanılabilir ve ailede yumurtalık kanseri varlığında koruyucu girişimler önerilebilir. Yılda en az bir kez jinekolojik açıdan muayene olmalı ve tarama testleri yaptırılmalı.”

Zayıflamak İcin Bazı Öneriler


Kilo vermek için her yolu denediniz ama yine de sonuç aynı mı? İşte uygulamanız gereken kurallar...
Eğer diyet yapıyor ve beslenmenizi salata, ızgara ve diyet ürünlerle sınırlıyor, ekmeği kıstığınız halde bir türlü kilo veremiyorsanız yanlış yoldasınız! Aşağıdaki basit önerilerle hayat tarzınızda değişiklikler yaparak zayıflayabilirsiniz:• Ayakta durarak veya yürüyerek daha fazla zaman geçirin.• Ev veya bahçe işlerine daha çok zaman ayırın.• Bir şey getirip götürmek için çocuklarınızı yollamayın.• Telefonla konuşurken ayakta durun.• Merdivenleri birkaç kalori yakma fırsatı olarak görün ve kullanın.• Her gün yarım saat daha az televizyon izlemeye çalışın. TV izlerken ütü yapın.• Kısa mesafelerde araba kullanmayın. Markete gittiğinizde en uzak köşeye park edin.• Her gün düzenli yürüyüş yapın. Hafta sonları park yürüyüşleri ve bisiklet gezileri yapın, yüzün.• Fırsat buldukça dans edin.• İzlemekten zevk aldığınız bir spora başlayın.• Ev işi yaparken hareketli müzikler dinleyin.• Öğün atlamayın. Sabah kalktığınızda görebileceğiniz bir yere "kahvaltı et" yazılı bir kağıt asın. Kahvaltıyı akşamdan hazırlayın. Kahvaltı yapmadığınızda hissettiklerinizi bir kağıda yazın. Tatlı yemek istediğinde bir bardak su için veya 100’e kadar sayın. Tatlı yemeye başlarsanız 15 kez derin nefes alın.• Canınız yemek istediğinde kendinizi ince hayal edin.• Yemeğe başlamadan önce 50’ye kadar sayın.• Her lokmadan sonra çatalı elinizden bırakın ve bir yudum su için.• Yemek süresini uzatın. Çünkü tokluk duygusu en erken 10, ortalama 20 dakikada oluşur.• Kızartmalardan uzak durun.• Ekmeğe tereyağı sürmeyin.• Sosları yemeğinizden ayrı olarak isteyin.• Yağsız sebzeleri tercih edin.• Kremalı soslu yiyecekleri seçmeyin.• Bol su için.• Tatlı yerine, sık yemediğiniz bir meyveyi deneyin.• Bir öğünde fazla yerseniz, bir sonraki öğünü sadece peynir ve salata ya da yoğurt ve salata ile geçiştirin.

Çalışmayan kaslar hastalık belirtisi

Kasların zayıflığı sonucu ortaya çıkan ağrılar, yaşamı olumsuz etkiliyor. Boyun ağrısı, omuza ve sırta yansıdıktan sonra bu ağrılara kol ağrısı da eklenebiliyor...


Fizyoterapist Nazlı Tütüncü, özellikle vücut kaslarının çalıştırılmamasının ilerleyen yıllarda bir çok hastalığa davetiye çıkardığını söyledi. Vücut kaslarının 2'ye ayrıldığını ifade eden Tütüncü, "Genellikle varlığını bilinçli olarak bildiğimiz kol ve bacak kaslarımızı sürekli kullanırken, gövde kaslarımızı ise gerektiği kadar ve çoğu zaman da yanlış kullanırız. Hatta kimi kaslarımızı hiç kullanmadığımız da olur" ifadelerini kullandı. İnsanlara bağlı olarak kasların da tembelleştiğini aktaran Tütüncü, kasların kullanılmasının yaşam kalitesini düşürdüğünü belirtti. BEL VE

BOYUN FITIĞI KAPINIZDA

Fıtık hastalığını ağrıların takip ettiğini aktaran Tütüncü, sözlerini şu şekilde sürdürdü: "Boyun ağrısı, omuza ve sırta yansır. İlerleyen dönemde bu ağrılara kol ağrısı da eklenir. Kola giden sinirlerin kökleri direkt olarak etkilenir.Bu belirtiler genel olarak yana doğru çıkmış boyun fıtıklarında görülür. Eğer ortaya doğru fıtık oluşursa, direkt olarak omuriliğe baskı yapar. Bunda da ikinci grup belirti olarak, boyundan aşağısında güçsüzlük, yürümede güçlük, ellerde beceri azalması, ince işleri yapamama, uyuşmalar ortaya çıkar. Kasların zayıflığı sonucu ortaya çıkan ağrılar, yaşamı olumsuz etkiler"

GÜNDE 15 DAKİKA

Hastalıklara yakalanmadan önlemlerinin alınması gerektiğini kaydeden Tütüncü, özellikle bilgisayar önünde çalışan kişilerin bu konuda daha dikkatli olması gerektiğini ifade etti. Nefes alıp vermekten omurgayı dik tutmaya kadar vücut için hayati önem taşıyan tüm hareketlerin gövde kasları tarafından yapıldığının altını çizen Tütüncü, sağlıklı olmak için günde 15 - 20 dakikanın vücut egzersizlerine ayrılması gerektiğini kaydetti.

Obezler iktidarsızlığa daha yatkın


Obez erkeklerde erkeklik hormonu testosteronun, artan yağ dokusunda enzimlerin de etkisiyle hızla kadınlık hormonu östrojene dönüştüğünü belirten Prof. Dr. Melih Çulha, “azalan testosteron ve artan östrojen birçok sorunu da beraberinde getiriyor” dedi.

Toplum sağlığını tehdit eden obezite, birçok sağlık sorununun yanı sıra iktidarsızlığa da yol açıyor.

Araştırmalar, iktidarsızlığın obezlerde diğer kişilere göre çok daha yüksek olduğunu ortaya koyuyor. Obezite sorunu, vücudu etkilemeden şeker ve yağ dengesi korunarak çözüme kavuşturulduğu taktirde, kişi eski sağlıklı günlerine geri dönebiliyor.Kocaeli Üniversitesi (KOÜ) Üroloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Melih Çulha, sağlıksız beslenmenin yol açtığı şişmanlamanın modernleşmeyle birlikte arttığını, dünyanın en büyük “salgın hastalığı” haline geldiğini söyledi.Çoğunlukla düşük gelir grupları, kentte yaşayanlar ve kadınlarda görülen şişmanlığın nedenlerinin başında yüzde 50 ile beslenme değişikliği, alkol, hareket eksikliği, çeşitli ilaçlar ve doğum gibi çevre faktörlerinin geldiğini ifade eden Prof. Dr. Çulha, şişmanlığın yüzde 35’inin kalıtsal, yüzde 15’inin de genetik nedenlerden kaynaklandığını dile getirdi.Obezitenin hızla yayıldığını, özellikle çocukların büyük risk altında olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Çulha, araştırmaların önümüzdeki yıllarda dünya nüfusunun önemli bir bölümünün şişman olacağı sonucunu ortaya koyduğunu dile getirdi.
CİNSEL FONKSİYONU OLUMSUZ ETKİLİYOR
Prof. Dr. Çulha, obezitenin kadın ve erkekte cinsel fonksiyonu çeşitli yönlerden olumsuz etkileyebileceğini, obez erkeklerde erkeklik hormonu testosteronun, artan yağ dokusunda enzimlerin de etkisiyle hızla kadınlık hormonu östrojene dönüştüğünü belirterek, “Bu durumda, azalan testosteron ve artan östrojen birçok sorunu beraberinde getirir” dedi.Bu sorunların cinsel istek ve ereksiyon kalitesi ile sıklığının azalması, fiziksel güç kaybı, unutkanlık, halsizlik olduğunu ifade eden Prof. Dr. Çulha, şunları söyledi:“Obezite nedeniyle artan östrojen yağlanmayı da tetikleyerek durumu bir kısır döngüye çevirebilir. Şişmanlık nedeniyle meydana gelen bu olumsuz gelişmeler tüm aşırı kilolu erkeklerde aynı anda ortaya çıkmayabilir. Ancak yapılan araştırmalar iktidarsızlığın obezlerde diğer kişilere göre çok daha yüksek olduğunu ortaya koymuştur. Yani kilo arttıkça iktidarsızlık da artmaktadır.”Egzersiz yapmama, kilo alma ve hareketsiz yaşantının vücudu iktidarsızlığa hazırlayan faktörler olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Çulha “Bütün bu faktörler vücudun şeker ve yağ dengesinin de bozulmasına yol açıp sorunu büyütebilir. Bu olumsuzluklara rağmen obezite sorunu, vücudu etkilemeden şeker ve yağ dengesi korunarak çözüme kavuşturulduğu taktirde kişi eski sağlıklı günlerine geri dönebilir” diye konuştu.

Bahar yorgunluğu nasıl yok edilir?


Kışın soğuk günleri yavaş yavaş yerini baharın ılıklığına bırakırken, birçok kişide görülen halsizlik, yorgunluk gibi şikayetler kronikleşebiliyor. Yaşam tarzı, giyim kuşam ve beslenmeye dikkatle bu aşılabiliyor.
Bahar mevsimi ile birlikte havadaki artan elektrik yükü, yorgunluk, halsizlik ve gerginliğe sebep oluyor. Havadaki elektrik yüklerinden pozitif olanları, vücutta zindelik, negatif olanlar ise yorgunluğa yol açıyor.

Elektrik yükünün şehirlerde daha fazla olduğunu belirten uzmanlar, taşıtların havayı kirletmesi, sanayi atıkları gibi etkenlerin elektrik yükünü artırdığını ifade ediyor. Uzmanlar, bahar yorgunluğunun önlem alınmazsa kronik yorgunluk sendromuna dönüşebileceği uyarısında bulunuyor. Kayseri Erciyes Üniversitesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Erkan, bahar aylarında hava sıcaklıklarına bağlı olarak metabolizmada oluşan değişikliklerin insan vücudunun bu elektrik yükünden etkilenmesini artırarak bahar yorgunluğuna sebep olduğunu açıkladı.

Bahar yorgunluğunun insanlarda bitkinlik etkisi oluşturacağını belirten Erkan, "Kimsenin kolunu kaldırmaya hali kalmaz. Baharın gelmesi adeta dört gözle beklenir, ancak ısınan hava insanların içerisindeki yorgunluğu da dışarıya yansıtmasına sebep olur." dedi.

Elektrik yükünün yoğunluğunun, bahar mevsiminde sinir gerginliğini ve stresi de tırmandırdığını anlatan Erkan, alışılmış olan uyku ritimlerinde ani değişiklikler yapılmaması ve yatış kalkış saatlerinin birdenbire değiştirilmemesi gerektiğini vurguladı.

Baharda yaşam tarzı, giyim kuşam ve beslenmeye dikkat edilmesini isteyen Erkan, bahar mevsiminde sebze ve meyvelerin yanı sıra bol sulu gıdaların tüketilmesinde fayda olduğunu dile getirdi. Vücudun özellikle B ve C vitaminleri ile potasyuma ihtiyaç duyduğuna dikkat çeken Erkan, şunları önerdi: "B ve C vitaminleri sebze ve meyvelerde, potasyum ise domates ve kayısıda bol miktarda bulunur. Bu dönemde bu gıdaların bolca tüketilmesi gerekir. Bunun yanı sıra günlük ortalama 3 litre su tüketilmeli, her sabah en az beş dakika yürünmeli. Alkol ve sigara kullanılıyorsa mümkün olduğunca azaltılmalıdır."

Bacak bacak üstüne atıp oturmayın


Bacak bacak üstüne atarak oturmayın. Uyarı bu kez adabı muaşeret kurallarına aykırı olduğu için eğitimcilerden değil, sağlığa zararlı olduğu için sağlık uzmanlarından...

Dermatolog Erçin Özüntürk kadınların yüzde 85-90'ında görülen selülitin artmasında varisler, dar kıyafetler ve bacak bacak üstüne atmanın etkili olduğunu bildirdi. Dr. Özüntürk, selülitin genetik, metabolik ve damarsal gibi nedenlerle ortaya çıktığını vurgulayarak, "25 yaşın üstünde ortaya çıkan selülit kadınların yüzde 85-90'ında görülmektedir" dedi. Genetik nedenlerin yanı sıra doğum kontrol hapları, hamilelik, aşırı kilo ve yanlış beslenme, alkol tüketimi, stres, hareketsizlik ve ruhsal problemlerin de selülite yol açtığını ifade eden Dr. Özüntürk, "Varisler, dar kıyafetler ve bacak bacak üstüne atmak da selülitin artmasına neden oluyor. Bacak bacak üstüne atınca dolaşımda problemler ortaya çıkıyor ve bu da selülit oluşumunu hızlandırıyor" diye konuştu.

Çocuğunuz değil belki de siz hiperaktifsiniz!


Hiperaktivite daha çok çocuklarda görülen bir davranış bozukluğu olarak bilinir...
Ancak, eğer sürekli hareket etme, huzursuzluk, organize olamama, sürekli iş değiştirme ve randevularınız veya işlerinize bir türlü zamanında yetişememe gibi durumlar yaşıyorsanız belki siz de hiperaktif olabilirsiniz!

VKV Amerikan Hastanesi Psikiyatri Departmanı'ndan Dr. İsmet Bora'nın verdiği bilgilere göre, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktive Bozukluğu (DEHB), genellikle okul çağında tanısı konulan ve çocuklar arasında yüzde 3-5 sıklığında görülen bir bozukluktur. Bu hastalığın tanınması ve tedavisi 1980’lerden bu yana mümkün olmuştur ve DEHB tanısı alan çocukların yüzde 30-70’inde belirtilerin yetişkinlikle de sürdüğü bilinmektedir.
Bu açıdan bakıldığında çocuklarında tanı almamış insanların, yetişkinlik döneminde yaşadıkları yerlerinde duramayıp sürekli hareket etme, huzursuzluk, organize olamama, sürekli iş değiştirme ve randevularına/işlerine bir türlü zamanında yetişememe gibi belirtileri DEHB’la ilgili olduğunu anlamaları zor olabilir. Hatta bu belirtiler bazen anksiyete, depresyon ve duygu durum bozukluklarıyla karıştırılabilir. Ancak çocukluk çağında DEHB olmadan bu hastalığın ilk kez yetişkinlik döneminde ortaya çıkması söz konusu değildir.
Bu Belirtilere Dikkat!
· Dikkat toplama ve sürdürmede sorun yaşama (Unutkanlık, dalgınlık ve önceliklerini doğru sıralamayamama)
· Hiperaktivite (Yerinde duramama, sürekli bir hareketlilik ve huzursuzluk hali)
· Organize olamama (Organizasyon yapma ve görevlerini tamamlama da zorluk çekme. Planlamalarda zamanından önce giderek ev, iş ve özel yaşamlarında kaos yaratma.
· Sıcakkanlıklık (Şiddete eğilim yoktur ama çabuk parlayıp hızla sönerler ve bu nedenle insan ilişkilerinde sorunlar yaşarlar)
· Stres toleransının azalması (Baskı altında yaşadıkları gerilimi dışa vıran, kuruntulu/kaygılı/şakın bir hale bürünen, depresif olan insanlardır. Sorunların üstüne gitmekte yetersizlik yaşarlar.)
· Dürtüsellik (İlk akıllarına gelen düşünceyi dışa vurur ve buna göre hemen eyleme geçerler. Başkalarının konuşmalalarını keserler ve konstrolsüz bir şekilde para harcayabilirler.)
Uzman Kontrolü Şart
DEHB’da kullanılan ilaçlar hastalığı tedavi etmez, yanlızca belirtileri düzeltir. Bu nedenle hastalar semptomlarını kontrol etmek istedikleri sürece veya bu semptomlarla yaşamlarını düzenleme konusunda yeterli psikolojik desteği alıp başa çıkma yöntemlerini pekiştirene kadar ilaç tedavisi kullanmak zorundadılar. Ancak bu ilaçlar amfetamin türevi uyarıcı ilaçlar oldukları için mutlaka uzman kontrolü altında zaman aralıkları ile kullanılmalıdır.
Bu durum göz önüne alındığında; bu belirtilerin geçmişinin iyi sorgulanması, gerekli psikolojik testlerle tanının desteklenmesi, yukarıda tanımlanan belirtiler kümesi içerisinde dikkat eksikliği belirtilerinin mutlaka bulunması gerekliliğinin akıldan çıkarılmaması, her insanda bir miktar bulunabilecek bu belirtilerin şiddetinin ve yaşam kalitesini ne kadar etkilediğinin doğru saptanması ve diğer psikiyatrik hastalardan ayırt edilmesi gereklidir.